RotkaLimon Söyleşileri – Ayşe Akaltun’dan “Hüzünlü Kadınları Seviniz”
Ayşe Akaltun, acısını, hüznünü, nefretini, aşkını sahiplenen kadınları yazıyor.
Ayşe Akaltun’un son kitabı, naif ve hüzünlü, bir o kadar da sert öykülerden oluşuyor. Travmadan, acıdan arta kalan hüznü kadınlığa yakıştıran, aşkı, eriklerin çiçek açtığı zamanı, bir şehri bir kadına sevdirebilen erkeği ve kadınları anlatan öyküler Hüzünlü Kadınları Seviniz. Duygu dünyasını okşayan, gerçeklerle yüzleşmeyi sağlayan bir kitap.
Hüzünlü Kadınları Seviniz kitabının yazarı Ayşe Akaltun, RotkaLimon söyleşilerinin konuğu oldu.
Öykülerinizin tematik bir araya gelişi bir tasarım mıydı, sonradan mı karar verdiniz?
Bir tasarımdı demek doğru olmaz. Genel olarak öykülerimde kadından yola çıkarak yaşamı anlatmayı tercih ediyorum. Evet, kadınlar anlatıyorlar ve doğal olarak kadınların hayatlarında olan her şeyi anlatıyorlar. Erkekleri, aileyi, aşkı, cinselliği, acıyı, tacizi, tecavüzü, yalnızlığı, yola devam etmeyi…
İlk kitabımdaki öyküler de kadınların durduğu yerden dünyayı anlatıyordu. Bu dosyada dili biraz daha sertleşti kadınların demek yanlış olmaz sanırım. Çünkü gittikçe travmatikleşen bir toplumda yaşıyoruz ve kadınların payına hep daha fazlası düşüyor. Sadece bunlara tanık olmak bile yeterince zedeleyici. Doğal olarak ince ince tasarlamama gerek kalmadan yaşam bunu önüme koyuyor demeliyim.
Tasarlama işini ben değil ama yaşam yapıyor belki de.
Kadın edebiyatçı olmak doğallığında eril söylem ile mücadele etmek konusunda sorumluluk da yüklüyor mu? Edebiyat dünyasında kadın tavrının etkisi nasıl genişleyebilir?
Sanırım içten içe bu sorumluluğu hep taşıyoruz ama bunun birincil görev haline getirmememiz gerektiği fikrindeyim. Öncelikli olan edebiyat. Eril dille mücadele edelim derken kendi dilimize oto sansür uygulama ihtimalimiz de yüksek çünkü.
Onun içinde eril dille mücadeleye, öncelikle yaşamımızdan başlamak doğru olur. Sokakta, iş yerimizde, okullarda, aile içerisinde de eril dil yerleşmiş ve normalleştirilmiş bir şekilde devam ediyor. Pek çok kadın farkına varmadan bu dili kullanmaya ve yeniden üretmeye yardımcı oluyor. Toplumsal cinsiyet rollerinden soyunup “kadın olduğumuz” zaman bir karşı duruş geliştirebiliriz.
Bunu becerdiğimizde kadın duruşu, yazın dilimize de kendiliğinden yerleşecektir. Kendi sesimizi ve kendi dilimizi kullanmaya devam ettikçe edebiyatta kadın etkisi de artacaktır mutlaka.
Erkeklik ve erkekler neden değişemiyor. Erkeklik ve şiddet korelasyonu neden bir sorumlu hissetme duygusuna yol açmıyor sizce? Erkekler iyileşebilir mi?
İki sene kadar önce aynı soruyu ben de kendime sordum. Erkeklik neden değişmiyor? Erkekler yaşadıkları bu hayattan memnunlar mı? Memnun değillerse neden bir şey yapmıyorlar? Bu sorular bir kitaba dönüştü, “Erkekler” kitabı çıktı ortaya. Çeşitli meslek grubundan 22 erkek (yazarlar, oyuncular, sporcular, öğrenciler, tıp insanları) “erkekliği” anlattılar, kurgusal metinler yazdılar. İki seneye yakın süren bu kitabın hazırlığı sürecinde farkına vardığım, iyileşmeler içinönce bunu istiyor olmaları gerektiği.
Toplumun onlara sunduğu kolaylığı ve kolaycılığı bir kenara bırakmalılar. Erkeklik kavramı bir gecede ortaya çıkmadı, yüzyıllardır süregelen bir öğrenilmişlikten, sosyalizasyon sürecinden bahsediyoruz. Değişmesi ve dönüşmesi de uzun sürecektir. Bundan rahatsız olan, bunun için karşı duruş ve dil geliştiren erkekler de var elbette. Sanırım değişimi onlar başlatacaklar.
Çok kısa öykü diyebileceğimiz Uyku’da, dünyayı kendinin kılma ve sadece uykuda kurulabilecek dünyanın güzelliğinin bozulmasına vahşi bir zarafetle yanıt verilmesi var. Hayatın, ölümün anlamsızlaştığı tükenmişlik duygusu bu kısa öyküde çok güzel ifade edilmiş. Uyku (ölüm) ile kitaba başlamak devamla diğer öykülerde zedelenmiş içgüdüleri, duyguları sonraki sayfalarda sahiplenmek tavrı gibi geldi. Kitaptaki öykülerin bir sıralı yapısı var mı?
Evet var. Uyku (ölüm) ile başlayan kitap Başlangıç ile sona eriyor. Uyku aynı zamanda toplumun kadına yüklediği rollere de bir karşı çıkış. Toplum içerisinde pek çok kadın başka şekillerde bir uyku içerisinde demek yanlış olmaz. Kendilerine bir dünya kurmaları gerekiyor yaşama devam edebilmek için.Bu dünyaya pek çok isim verebiliriz, pek çok biçimde var edebiliriz. Bazıları bu uyku durumundan memnunken bazıları karşı çıkıyorlar. Kitap bu uykunun çeşitli hallerini gösterdiği için Uyku başlangıç öyküsü oldu.
Kitabın ilk bölümlerinde, kendilerine uygulanan şiddetin etkilerini yansıtan kadınlar var. Dönüşümlerini daha çok fiziksel olarak gösteren kadınlar. Daha sonra fiziksel ve duygusal olarak kendi istekleri dışında değişmeye, dönüşmeye zorlanan kadınlar.
Kitap aslında bir umutla bitiyor, kendi dünyalarımızı kurabileceğimizi, kendimiz olabileceğimizi unutmamamız gerektiğini hatırlatarak.
Ve aslında acıyı anlatmak için uzun cümlelere ihtiyacımız olmadığıyla…
Oda ve köpek dişleri öykünüz Yorgos Lanthimos’un Dogtooth filmini sarsıcılığı ve üslubuyla çağrıştırdı. Dilinizin bedeni, teni ve dilin duyumsama sınırlarında dolaşan yapısı var. Sizin edebiyatınız kadının toplumsal inşası karşısında sözcüklerden bir beden dil, duyum ve kendiliğinden değişmeyecek olana, normalin ve normun şiddetine karşı tavır içeriyor diyebilir miyiz?
Yorgos Lanthimos’un Lobster’ini yeni seyrettim ve Dogtooth’u da izlenecekler listesine ekledim. Lobster yaratıcılığı, anlatım diliyle çok etkiledi beni. Bu çağrışım ondan olsa gerek sevindirici.
Sanırım yukarıdaki cevaplarım okununca her türlü cinsiyetin toplumsal inşasına karşı olduğum anlaşılıyordur, cinsiyetler üzerine kurulan bütün normlara ve normların cinsiyetleri inşa etmesine. Değişim ve dönüşüm buna itirazımızla başlayacak. Buna karşı çıkarken kadına yüklenen fazla yükü görmezden gelmemeliyiz ama. Kadın bedeninin siyasete malzeme edilmesine, bir kamu malı gibi görülmesine, kendileri dışında neredeyse herkesin bedenleri üzerinden söyleyecek sözleri olmasına itirazım var doğal olarak. Kadın kutsallaştırılıp sonra bu kutsallık üzerinden sürekli aşağılanıyor. Anneliği kutsallaştırıp kadına yeni bir ad veriyor ve geri kalan bütün kadınlık hallerini yok sayıyoruz. Namus kavramını kadın bedeni üzerinden tanımlayıp, yüceltiyor ya da aşağılıyoruz. Sonra da dünyanın bütün kötülüklerine kadınların çözüm bulmasını bekliyoruz.
Politikacılar bunu yapıyor, erkekler bunu yapıyor, tıp yapıyor, edebiyat yapıyor, kısacası toplumun her katmanı bunu yapıyor. Bunun üzerinden kadına uygulanan sürekli bir toplumsal şiddet var ve benim de buna itirazım var.
“Hatırlamanın yolu unutmaktan geçiyor”
Martin Heidegger’e gönderme barındıran bu söz uyku ve rüya çağrışımı gibi geldi bana. Unutmak ve hatırlama, imge ve söz yoluyla bir tür temsil olanağına ve bilince çıkarma edimi gibi. Hikâyelerinizde kadınlar çoğunlukla hüzün ve incinmişliklerini bir tür ruhsal hayatın yoksullaşması olarak değil de var oluşsal bir olgu gibi hatırlıyor ve anlatıyor. Öykülerinizde hatırlanan ve dile gelenler-ensestten, 5. kattan itmeye kadar- bireysel olduğu kadar toplumsal olana, erkekliğe, şiddete de itiraz gibi. Anlatmak ve hatırlamak nedir sizin için?
Bence bu cümle Heidegger’in varlık anlayışıyla tam olarak örtüşmüyor. Buradaki hatırlamak yaşanmış olanın yeniden kurgulanması olarak algılanmalı daha çok. Sadece fiziksel edimlerimiz değildir hatırlanan çünkü. Düşündüklerimizi, hissettiklerimizi de hatırlarız ve her hatırlama ördüğümüz duvara bir taş daha eklemek gibidir.
Ben öykü kahramanlarımın olaylar sırasında ne düşündüklerin, ne hissettiklerini merak ederim onları kurgularken. Bundan yola çıkarak hangi duygularını unuttuklarını ve hatırlarken hangilerinin öne çıktığıdır ilgimi çeken. Bütün öykülerde asıl itiraz toplumsal olanadır. Bireysel pek çok hareketin çıkış yeri toplumsal öğretilerdir.
Hatırlamak ve anlatmak iyileştirici bir eylemdir bence. Sanırım bunun için benim kadınlarım hatırladıkça varoluşlarının farkına varıyor, devam etmenin yolunu buluyor. Buradaki devam etmek, mutlu bir sona ilerlemek anlamında algılanmasın. Yaşamın hiçbir zaman onlara gül bahçesi vadetmediğini anlayıp, gerektiği gibi yaşamaya karar veriyorlar demek daha doğru olur.
Bunun içindir ki acısını, hüznünü, nefretini, aşkını sahiplenen kadınları yazıyorum.
Teşekkür ederiz.