Haftanın Kitaplığı – 27 Mayıs 2019
Okuyacak çok kitap var seçmek zor diyorsanız yeni çıkan kitaplar arasından yaptığımız derlemeye bir göz atabilirsiniz.
Benim İki Dünyam – Sergio Chejfec
“Arjantinli büyük yazar Chejfec, şüphesiz ki daha çok bilinmeyi hak ediyor. Benim İki Dünyam, geleceğin romanına giden yolun taşlarını döşüyor.”
– Enrique Vila-Matas
Benim İki Dünyam’ın elli yaşındaki yazar anlatıcısı, bir edebiyat konferansına katılmak için Brezilya’ya gider; fakat yazar için önemli olan konferans değil, şehirde yaptığı yürüyüşlerdir. İsimsiz yazar, neresi olduğunu bilmediğimiz bir şehirde haritadan rastgele ”büyük, yeşil bir lekeye benzeyen park”ı seçer ve bu noktaya ulaşana dek amaçsızca ilerler. Zamanla, zihninin kendi içinde yaptığı bir gezintiye dönüşen bu yürüyüşlerin her adımında/cümlesinde, kendi benliğinin iki farklı dünyadan oluştuğunu keşfeder. İçinde küçük bir gölü barındıran parktaki “göl saatleri”nde somut ile soyutun, gerçek ile hayalin, yaşanılan ile yazılan dünyanın sınırları biraz daha belirginleşir.
Metafizik düşüncenin kendi kurgusunu oluşturduğu ve Latin Amerika edebiyatının dinamizmini metafizik bir alana taşımasıyla tüm dünyada dikkatleri üzerine çeken Benim İki Dünyam, Bülent Kale’nin İspanyolca aslından çevirisi ve Enrique Vila-Matas’ın önsözüyle…
Seiobo Orada, Aşağıdaydı – László Krasznahorkai
Japon Tanrıçası Seiobo’nun bahçesinde üç bin yılda bir çiçeğe duran bir şeftali ağacı vardır; meyvesi ölümsüzlük getirir. László Krasznahorkai’nin 2015 Uluslararası Booker Ödüllü sıra dışı romanı Seiobo Orada, Aşağıdaydı kusursuzluk peşinde ölümlüler diyarına inen tanrıçanın peşine takılıyor.
Kadim bir Buda heykelinin restorasyon serüveni; atölyesini idare eden usta bir Rönesans ressamı; prova yapan bir Noh oyunu aktörü; köylülere ders veren fanatik bir barok müzik tutkunu; Japonya’nın en kutsal tapınağındaki bir ritüeli bozan turist kafilesi ve av peşinde bir balıkçıl kuşu…Tematik bir bütünlük içinde bir araya gelen bu öykülerden oluşan roman ölümsüz sanat eserleri, yaratım ânı ve kadim ritüellerin peşinde içkinlik, yücelik, gelip geçicilik ve elbette hakikat gibi bugün üstü örtülen olguları irdeliyor.
“Obsesif, deha sahibi…”
– James Wood, The New Yorker
“Krasznahorkai’nin eserlerindeki evrensellik Gogol’ün Ölü Canlar’ıyla yarışır, çağdaş yazındaki sıradankaygıları da misliyle aşar.”
– W. G. Sebald
“Kıyameti anlatan çağdaş bir usta.”
– Susan Sontag
“Onun o uzun ve dolaşık cümleleri beni büyülüyor;yarattığı dünya kasvetli olmasına karşın Nietzsche’nin metafizik avuntu dediği aşkınlığı hissetmemek elde değil.”
– Imre Kertész
Sarı Duvar Kağıdı – Charlotte Perkins Gilman
Deliliğin sınırlarında yalnız bir kadın portresi…
Birinci dalga feminist akımın önde gelen isimlerinden Charlotte Perkins Gilman’ın kaleme aldığı, Maria Brzozowska’nın resimlediği Sarı Duvar Kağıdı, Delidolu’nun resimli kitaplar koleksiyonundaki yerini alıyor.
19. yüzyıl edebiyatının en önemli metinleri arasında gösterilen Sarı Duvar Kağıdı, sinirsel buhranları nedeniyle sayfiye evinde “dinlenmeye çekilen” bir kadının toplumsal rollerin baskısı altında adım adım delirmesini anlatıyor.
Sanatsal çizimleri ve sert kapaklı özel baskısıyla koleksiyon değeri taşıyan bu sarsıcı öykü, şimdiye dek delilik üzerine yazılmış en kült eserlerden biri olarak anılıyor.
Feminist edebiyatın kilometre taşlarından Sarı Duvar Kağıdı, doğumdan sonra yaşadığı sinirsel buhranları yüzünden hekim olan eşinin tavsiyesiyle dinlenmeye çekildiği yazlık malikanede, kocasının ve görümcesinin kontrol ve baskılarına rağmen gizlice yazı yazmaya çalışan ve kaldığı odadaki sarı duvar kağıdının deseninden yola çıkarak halüsinasyonlar görmeye ve delirmeye başlayan bir kadının hikayesini anlatıyor.
Toplum içerisinde keskin biçimde ayrılmış olan kadın erkek rollerini eleştiren Sarı Duvar Kağıdı, aynı zamanda ruhsal olarak “hasta” olduğu gerekçesiyle okumaktan ve yazı yazmaktan alıkoyularak eve hapsedilen kadın imgesini temsil ediyor.
Charlotte Perkins Gilman’ın, sayısız farklı dile çevrilen; resim, görsel sanatlar gibi pek çok modern yapıta esin kaynağı olan; birçok kez tiyatro ve sinemaya da uyarlanan bu ölümsüz eseri, Başak Çaka’nın titiz ve dönemin ruhunu yansıtan özenli çevirisiyle yeniden okurlarla buluşuyor.
“Bu kağıtta benim dışımda kimsenin bilmediği ve hiçbir zaman bilemeyeceği şeyler var. Desenin kırık bir boyun gibi yana sarktığı yerde bir çift pörtlek göz baş aşağı beni süzüyor.”
Boşa Geçirecek Vakit Yok – Ursula K. Le Guin
Ursula K. Le Guin’in yaşlılık hakkında söyleyecekleri var: Bana yaşlılığımın var olmadığını söylemek aslında benim de var olmadığımı söylemek demek. Yaşımı sildiğinizde, hayatımı da siliyorsunuz beni siliyorsunuz.
Fantazya hakkında anlatacakları var: Fantazya yalnızca “Ya işler şu anda olduğu şekliyle devam etmeseydi?” diye sormaz, öteki türlü olsaydı nasıl olabileceğini de gösterir.
Kahvaltı hakkında nasihatleri var: Bir yumurtayı kabuğunu soymadan yemek sadece pratik değil, azim, hatta cesaret ve muhtemelen suça iştirak etme arzusu gerektiriyor.
Ve ödüller hakkında da: Sanat bir at yarışı değil. Edebiyat da Olimpiyat değil.
Duru, samimi, muzip, zeki… Yaşamış en özel insanlardan biri olan Ursula K. Le Guin’den edebiyata, kahvaltıya, kedilere, ödüllere ve aslında hayata dair olağanüstü bir eser! Kitapların insanlarla nasıl arkadaşlık edebildiğini merak edenlere ve bu çok özel arkadaşlığa ilişkin hafızasını tazelemek isteyenlere, pek çok şeyin dertleşildiği ve günün sonunda hayatın biraz daha güzel olduğu bir hayat anlatısı.
Boşa Geçirecek Vakit Yok, seksenlerinde bir kadının nasihat etmeden, kibirlenmeden içini döktüğü sıcacık bir kitap.
Mephisto/Bir Kariyerin Romanı – Klaus Mann
“Mephisto, 1930’lu yıllarda faşizm yükselirken, boyun eğme ve direnme, kariyer ve ahlak arasında kalanların hikâyesini anlatan en iyi roman.”
– Der Spiegel
Mephisto: Bir Kariyerin Romanı, Almanya’da kişilik hakları nedeniyle uzun yıllar yasaklanan, yayınlandığı tarihten itibaren ise fırtınalar koparıp kült statüsüne erişen bir başyapıt! Klaus Mann, 1930’lu yıllarda sürgündeyken yazdığı bu romanla, babası Thomas Mann’ın gölgesinden çıkarak kendini gerçek bir yazar olarak ispat ediyor.
Zorbaya boyun eğenlerin trajedisini, inandırıcı ve derin karakterleriyle işleyen Mephisto, 1930’lar Almanya’sında Naziler yavaş yavaş iktidara gelirken, şeytanla işbirliği yapan oyuncu HendrikHöfgen’in hikâyesini anlatıyor. Nazilerin ideolojisinden hazzetmese de, kariyerinde yükselmek için iktidara hizmet eden ve bu uğurda önce dostlarını, sonra da ruhunu kaybeden Höfgen, her devirde türlü türlü kılıklarda karşımıza çıkan oportünisti temsil ediyor.
İlk kez 1936 yılında yayınlanan ama oyuncu GustafGründgens’in kişilik haklarını ihlal ettiği gerekçesiyle uzun yıllar yasaklı kalan roman, 1981 yılında yeniden basıldığında hemen çoksatarlar arasına girdi ve günümüze kadar hep gündemde kalmaya devam etti. 1981 yılında Macar yönetmen IstvánSzábo tarafından filme de alınan Mephisto, bugün her zamankinden güncel!
“İki dünya savaşı arasındaki Almanya’yı, hatta Avrupa’yı anlamak için bu romanı okumalı.”
– MarcelReich-Ranicki