Bu Dünyadan Çok Uzakta: Pain of Salvation ile İstanbul’da
Bazı müzik grupları hayat ve sizin aranızdaki mühim sırlara ortaklık eder. Düpedüz en savunmasız hâllerinizi o özel şarkıları vasıtasıyla sarıp sarmalarlar. Böyle topluluklardan birinin konseri mevzu bahis olduğunda da damarlarda akan kanın tansiyonu bir başka olur.
Bazı özel etkinlikler dışında uzun süredir kapalı gişe bir konsere denk gelmek güç, organizasyonun yaptığı promosyonun etkisi de olsa, neresinden bakılsa önemli bir durum ki Pain of Salvation’un bu özel gösterisinin buna değeceğinden de şüphe yok doğrusu.
Konser öncesi kendini yavaştan belli eden kitle, her halinden belli ki topluluğun başını bir hayli ağrıtacak gibi duruyor. Üstelik normal şartlarda soğuk olarak algılanacak alışveriş merkezi havası, giriş bölümünde bulunan tribün kısımda sohbeti koyulaştıranlar tarafından gayet sıcak bir tabloya dönüşüyor. Kapalı gişe demişken, konsere dakikalar kala bilet bulanlardan biri olarak salona girer girmez yumurtadan çıkan karetta karettaların iç güdüsel olarak denize yönlenmeleri misali ilerdeki ışığı hedef görüp sahneye yakın bir koordinatta kendime yer bulabildiğim için şanslı hissediyorum. Geceyi herkes için unutulmaz bir atmosfere dönüştürecek her şey yerli yerinde ve anahtarı çevirip kapıyı açıyor Daniel.
Böyle buyurmaz mısınız?
İsveçli topluluk, kurulduğu doksanların ilk bölümünden bu yana progresif müzik anlayışıyla kendine özel yer edinen topluluklardan. Bu pencereden baktığımızda da içerideki seyircinin niteliğini tahmin etmek güç olmayacaktır. Kısacası en az grup kadar şarkılara ve Pain of Salvation hissiyatına hakim bir izleyici söz konusu. Bu durum, tadından yenmez bir konser akşamı için gerekli olan belki de en mühim parametre olarak denklemde kendine yer buluyor.
Grubun 2017’nin başlarında piyasaya sürülen son albümünün açılış parçasıyla herkes gecenin tam da içinde artık. “On a Tuesday”in gitar akışı ile işin içine girmek o denli kolay oluyor ki şarkının aksak ritimlerine ayak uydurmaya çalışan kafa hareketlerine katılmayan yok gibi. Yine aynı albümün zihne kazınan bir başka şarkısı, özellikle vokal oyunlarıyla öne çıkan “Reason”, grubun vokal zenginliğini iliklerde hissettirdiği anlara sahne oluyor. Daha ilk şarkılardan davulcu Léo Margarit ve keyboarddaki Daniel Karlsson’un mikrofon başında da ne denli hünerli oldukları görülüyor. Ardından seyirci “Meaningless”in ellerine emanet ki şarkının nakaratıyla birlikte tüyleri diken diken eden bir süreç yaşanıyor.
Kurucu, vokal ve gitarist Daniel Gildenlöw’ün yaşadığı akıl almaz hastalık ve ölümle yaşam arasında geçirdiği hastane sürecinin hücrelerine işlendiği grubun son albümünden art arda çalan üç şarkı, bundan sonra yaşanacakların teminatı tadında âdeta.
Esasen, nefis bir gitar solosundan oluşan bir intro olan “Falling” ve bitişiğindeki “Perfect Element” seyirciyi 2000’lerin başına ışınlıyor. Ardından, salonda yankılanan yetmişlerden kalma meşhur bir Abba şarkısının bağlandığı “Disco Queen” başlıyor ki şarkı belki de topluluğu en ilginç parçalarının başında geliyor, yine Scarsik albümünden “Kingdom of Loss” elini “Handful of Nothing”e uzatırken Daniel, “konserlerde çalmayı en sevdiğimiz şarkı hangisi biliyor musunuz?” diyerek, aslında bu sorunun cevabını da vermiş oluyor. Grup kariyerinin ilk günlerine “One Hour by the Concrete Lake” sularına giriyor ve devamında gelen “Pilgrim”, “Inside Out” sonrası “Ashes” son albümün etkili parçalarından “Full Throttle Tribe” ile iyice sallıyor seyirciyi.
Şarkı bittiğinde dahi kesilmeyen kalp cihazının ritim sinyalini andıran sinyal sesi, grubun verdiği ara boyunca sürüyor ve aradan dönen topluluğun “Used”a bağlandığı anlar akıllara ziyan bir atmosfer yaratmaya yetiyor. Enfes albüm Remedy Lane’den gelen “Beyond the Pale”in ardından bu özel gösteri ancak böyle bitirilirdi dedirten son albümün isim parçası “The Passing Light of Day” 15 dakika boyunca ve neredeyse bir seyirci korosu eşliğinde yürekleri parçalıyor.
Ve ışıklar yanıp salon gözler önüne serildiğinde hipnoz altındaki seyircinin sahnedekilere teşekkürlerini sunma zamanıdır artık. Uzun süre devam eden alkış kıyameti topluluğun yorgunluğunu alıyor, Daniel’in yüzündeki eksik olmayan tebessüm, davulcu Léo Margarit’in son ana kadar sahnede kalıp ortamı fotoğraflaması, tuşlularda ama aynı zamanda elektrik gitarı da boynuna takmaktan geri kalmayıp geri vokallere katkı veren Daniel Karlsson, alnında yıldızlı beresiyle bas gitarist Gustaf Hielm ve gitarist Johan Hallgren’in bu yoğun teveccüh karşısında yaşaran gözleri nefis gecenin nefis finali olarak zihinlere izini bırakıyor. Bir daha yeni bir konser için bu kadar ara vermeyeceğini söyleyen topluluğu bağrına basıyor seyirci.
Bir konser boyunca bu dünyadan çok uzaklara dalmak. Şimdi, asıl mesele buradan gerçek dünyaya dönmesi, henüz gecenin yarısı, zihinde biriken yüzlerce melodi ve görüntü ile belki de en zoru da bunu çözmesi.
Fotoğraflar: Ercan Ozan