Bear’s Den, Kızıl Dünya ve Sağanak Yağmur
Başa çıkılması gereken birçok şey var. Yaşanmışlıklar, hayata tanıklık etmiş dünya kadar hatıra. Biriktirdiklerimiz var. Yitirdiklerimizse her daim aklımızda. Ne tarafından tutunacağımızı çoğu zaman bilemediğimiz bir kaygan zemindeyiz sanki. Umutları elden bırakmadan devam edecek uzun mesafe koşucuları misali konsantre olmaya çabalarken ansızın beynimizi uğuldatan dış etkenler.
An geliyor anlamsız gelmeyen çok az şey kaldığını görüyoruz etrafımızda. Kavramlar, hedefler, yolunda gitmesi için çabaladığımız onca insan keşfi oyalayıcılıklar. Zamanın karşısında ne kadar da zavallı kaldığımızın gerçeği. Ömür olarak biçilen süreçler toplamında kendimiz olmaya, istediğimiz şekilde elimizdeki vakti harcamaya çalışmak dışında mantıklı bir davranış gelmiyor akla.
Bir an kalkıp müziği başlattığımızda, kalabalık kaldırımlarda kulaklığı yerine yerleştirdiğimizde atmosferin değişeceğini ummak ve az da olsa iyileşebileceğini. Yüzlerin güleceğini, öfke hissiyatının yok olacağını ve olumlu oturup iyimser kalkacağını. Tamam hadi bir daha diyorsun. Çoğu zaman elindeki en iç ferahlatıcı durumun bu olduğunu farkediyorsun aslında.
Bütün bu döngünün tam orta yerinde an geliyor dönmekte olan albüm ‘Red Earth & Pouring Rain’ oluyor. Londra’lı grup ‘Bear’s Den’in yeni stüdyo çalışması.
Bir süreliğine de olsa, eğer başarabilirsem dışarıda neler olup bittiğine kulak tıkamayı düşünüyorum. İlk şarkı başlıyor bile. Gündemin ağır basıncından hafif bir geçişle başka boyutlara geçmeyi umut ederken ışınlanıyorum adeta.
Açılış parçasıyla el sıkışıp tanışıyor ve oturuyoruz kalabalığın kenarında küçük bir masa başına. ‘Red Earth & Pouring Rain’ başladığı gibi hiç uzatmadan kendini belli ediyor. Giriş ve devamındaki seksenler kokan sound davullardan başlayarak konuyu avucunun içine almayı başarıyor. Ardından başlayan ‘Emeralds’ son dönemin en iyi parçalarından, defalarca dinledikten sonra oturup konuşmamız gerekiyor bu şarkıdan.
Az da olsa bazen harekete ihtiyacımız var diyorum ve ‘Dew On The Vine’ın ritmine katılılıyoruz. Sonra ‘Roses On A Breeze’ ile cümleler akmaya devam ediyor, mevzu ağırlaşıyor ve bir o kadar da içine çekmeyi sürdürüyor. ‘New Jerusalem’, ‘Love Can’t Stand Alone’un içinde kaybolup gitmek o kadar olası ki kendimi öylece oturduğum köşeye çiviliyorum, anlar akıp gidiyor sadece. ‘Auld Wives’ başlıyor ve bas gitar yürüyüşü etrafımda daireler çiziyor adeta. Öyle bir geçip gidiyor ki zaman bir an bulunduğum yerden ne kadar uzaklaştığımı hatırlayamıyorum. Kütle olarak bulunduğum yerde olsam da enerjinin beni nerelerde gezdirdiği enteresan. Evet, birçok doğru var işin içinde fakat üst sıralarda bir yere atmosfer yaratabilme ustalığını yazıyorum.
‘Greenwoods Bethlehem’ başlıyor hemen sonrasında. Sadece bana söylüyor gibi şarkıyı, kulağıma fısıdıyor cümleleri, ben de bir sırrı tutacakmış gibi dikkatli dinliyorum onu. Sapasağlam ve oturaklı melodiler içinde yeni şarkılar keşfetmenin hazzına ortak bir şeyler aramaya başlıyorum. Tam o sırada devreye giren ‘Broken Parade’i sırtlıyor ve dağın yamacına doğru vuruyoruz kendimizi. Karşımıza ilk çıkan ‘Fortress’ oluyor, beraber daha da kuvvetleniyoruz ve tam düşündüğümüz yerde ‘Gabriel’ çıkıyor önümüze. Soracak çok soru ve alacağımız bir o kadar cevap olsa da susup kendimizi dinginliğe bırakmayı tercih ediyoruz. Artık ne yorgunluk var ne de kaygıların bulaşmışlığı. Boğazımda kenetlenen parmaklar birer birer aralanıyor.
Bir anda uzayıp giden yol çizgilerini takip ederken yakalıyorum kendimi. Sağ şeride geçerek ayağımı olabildiğince gazdan çekiyorum. Gitmekle gitmemek arasında bir yerdeyim. Solumda tüm acelesiyle akan trafiğin endişesinden oldukça uzak bir noktadayım sanki. Yolu daha iyi hissediyorum, gezegene temas eden lastiklerin döngüsü zamanı alıp başka bir kenara iliştiriveriyor.
‘Napoleon’ başlıyor o sırada aksak adımlarla o biraz önce bir kenara yerleşen zamanı kendi üslubuyla bu kez beynimin içinde çınlatmaya başlıyor. Çok da aceleci olmamıza gerek yok, hatta nerede, ne vakit, ne olacağını bilmemize çok da ihtiyacımız yok. Bulunduğumuz yer, nefes aldığımız an, hayatı yaşanır kılan yanımızdaki insanlar, daha fazlası ne kadar gerekli?
Albüm bitiyor, tekrara basmadan önce yanıma ve dönüp arka koltuğa bakıyorum. Yolun kenarında durduğumuz manzaraya göz gezdiriyorum. Herkes halinden memnun görünüyor. Dönüyorum, dikiz aynasında kendimle göz göze geliyorum, tebessüm etmeme yetiyor bu görüntü. Sağ şeride adım atıp yol çizgilerini takibe devam ediyoruz. Ansızın bir sağanak yağmur başlıyor, camı açıyorum, yaz kokusu, ıtırlı bitkilere karışan ıslak toprak kokusu. Güneş batmak üzereyken ansızın kızıla çalıyor tabiatın tonları.
Oturduğum küçük masa başından doğruluyorum. Bakıyorum çevreme, kalabalık hayli yerinde. Adımlarım tanıdık yollardan eve ulaştırıyor beni.
Bir an sonrası odanın içerisinde geziniyor bakışlarım. Aralık perdenin arkasından günün kızıl ışıkları odayı boyamakla meşgul. Biraz önce içinde gezindiğim hikaye aklıma geliyor, tebessüm etmeme yetiyor bu görüntü.
Pencerenin yanındaki koltuğa oturuyorum, fonda müzik başlıyor.
‘Bear’s Den’ ve albümün adı ‘Red Earth & Pouring Rain’ diyorum ve kaç tekrardır çalıyor hatırlamıyorum. Yeni şarkılar ve yeni düşler keşfetmenin verdiği hazzın yanında melodiler akıp gidiyor.
Kısa bir süre de olsa kendi gündemimi kendim belirlemiş gibi hissediyorum.
Ne dersiniz? Çok mu büyük bir hayal, müzik bunu ne kadar sağlayabilir?
Yine de bir denemekte fayda olabilir. Albüm oralarda bir yerlerde bekliyor.
Dediğim gibi ‘Bear’s Den’ ve albümün adı ‘Red Earth & Pouring Rain’.