Chris Cornell’ın Ardından: Artık Her Şey Biraz Eksik Kalacak
Bir süredir etrafımızdaki çoğu şeye gereğinden fazla anlam yüklediğimizden ve bunu olabildiğince aza indirmek hakkında düşünüyordum. Örneğin müziğin hayatın anlamı olmaktansa dünyanın en güzel hadiselerinden biri olarak fakat sadece müzik olarak hayatımızın renklerinden biri olduğunun üzerinde dursak olmaz mıydı? Her şeye her olguya fazlasıyla anlam yükleyerek bir bakıma daha da çok karmaşayla yüklenmiyor muyduk?
18 Mayıs sabahı alınan talihsiz haber üzerine ise tüm bu anlam, bireysel doğrular ve saptamalar döngüsü içerisinde birçok anının zihnimde birbiriyle yarış halinde olduğu bir zaman dilimi yaşarken buldum kendimi. Chris Cornell bırakıp gitmeyi tercih etmişti.
1991 yılı, Kasım ya da Aralık ayı olmalı çünkü pek de sevimli olmayan bir hava var dışarda. Bir kamyon çabayla üniversiteye girmiş fakat birkaç gündür okula gitmeyi reddeden ruh hâlim evden çıkmak bir yana odadan dışarı bile adım atamayacak durumda. Nedeni olmayan bir hâl bu ve âdeta bir çöküntüyü andıran bu durumu ortadan kaldırabilecek tek şey müzik olabilir. Ufak televizyonun üzerindeki anteni ayarlayarak hayli kumlu bir yayınını yakaladığım kanalı buluyorum. Ardı ardına klipler dönüyor, sanırım bir test yayını. Sonra ansızın uzun yıllar etkisinde kalmamı sağlayacak ve müziğe bakış açıma birçok katkısı olduğunu sandığım o şarkıya denk geliyorum.
“Jesus Christ Pose”, Soundgarden yazıyor sol alt köşede.
Nasıl bir şarkıdır bu, bir daha nasıl rastlarım? Bütün gün açık bırakıyorum kanalı ki tekrar yayımlanırsa kaçırmayayım. Taktı mı takıyor insan. Ertesi gün iktisada giriş dersi Erol Manisalı’nın anlatımıyla sürerken aklımda o şarkı dönüp duruyor. Okul dönüşü vapurdan indiğim gibi Akmar’a uğruyor kaseti buluyorum, anlaşılan şanslı günümdeyim.
Soundgarden “Badmotorfinger”
Ama ne albüm, uzun süre ne teypten çıkıyor ne de kulağımdan, adım attığım her yerde benimle. İşin içinde “Outshined”, “Rusty Cage” ve “Room A Thousand Years Wide” var. Böyle bir tanışma sonrası pek sevgili Chris Cornell ile aramızda sıkı bir bağ kurulduğunu fark etmem uzun sürmüyor.
Dönem itibarıyla grunge bir müzik türü olmakla yetinmeyecek kadar büyürken, ortaya koyduğu söylemleriyle bir yaşam tarzı olarak Seattle’dan çıkıp almış başını gitmiş, neredeyse girmediği mutfak kalmamış. Peşi sıra çıkan çılgın albümler ve önemli gruplar var. “Alice in Chains” var, “Nirvana”nın ulaştığı seviye var. Cornell ve “Mother Love Bone” sonrası “Pearl Jam”ı kuracak olan ekibin bir araya geldiği “Temple of the Dog” var. Bir nevi “Eddie Vedder”ın elinden tuttuğu “Hunger Strike” var, “Say Hello 2 Heaven” var. Hepsiyle birlikte bir de bu “Soundgarden” meselesi var.
Bir tarafıyla da hız kesmeyen bir süreç bu. 1994 yılı “Superunknown” diye bir albüm var. “The Day I Tried To Live”, “Fell On Black Days”, “Spoonman” ve koskoca bir şarkı “Black Hole Sun” var. Üzerine dil dökmekten ne geceler sabaha kavuşmuş. İki sene sonra bu defa “Down On The Upside”dan hemen aklımda dönmeye başlayan “Pretty Noose” ve “Burden In My Hand” var.
Dahası birlikte geçirilen onca yıl var.
İki binli yıllara gelindiğinde “Audioslave” var. “Rage Against The Machine”in enstrüman üstadları Brad Wilk, Tim Commerford ve Tom Morello ile Chris Cornell’in vokalini bir arada dinlemenin keyfi var. Cuba’da verdikleri efsane halk konseri var. Sonra dönüp durup içinden daha ne olsun demek var, “Like a Stone”, “Be Yourself“, “Show Me How To Live” ve “I Am The Highway” dinlerken. Bu kadar çok müzik kahramanının orta yerinde de hep o özel adam var. Neresinden bakarsan bak farkını gösteren.
Uzunca bir dönem ilk solo albümü “Euphoria Morning”e kafayı takmışlığım var. Haber duyulduğundan beri “Can’t Change Me” ve “When I’m Down”ı bir daha nasıl dinleyeceğim meselesi var.
2012 yılı Soundgarden yeniden toparlanıp ortaya çıkan nefis albüm “King Animal” var. Son solo albümü “Higher Truth” var.
Rock dünyasının en mühim şarkı sözü yazarı ve bestecisi olduğu gerçeği var. Çok önemli bir kent ozanı. Şarkıcılık konusunda bambaşka bir kategoride değerlendirilmesi gereken yeteneği var. Karakteristik vurgularla örülü çoğu zaman dramatik tarzı ve ses renginin kattığı ayırıcalığın nadir rastlanan türden olduğu doğrusu var. Huzurlarımızda -müzikte iyi olamasaydım köprü altlarında yaşayabilirdim- diyebilecek kadar sahip olduğu yeteneğin öneminin farkında olan bir müzisyen var.
Doğal olarak bu yeteneğin bizim için de çok önemli olması gibi bir hakikat var.
Haber duyulduğunda 18 Mayıs sabahı sosyal medyada dönen bilgiler arasında bu vakayı yalanlayacak ya da klişe bir sosyal medya şakası olduğunu belirtecek bir şeyler ararken bulmuştum kendimi. Oysa İlerleyen zaman sadece bu talihsiz haberin doğruluğunu kanıtlar yönde çalışmaktaydı. Haberleştiğim herkeste aynı şaşkınlık hâkimdi. Bizlerde çizdiği kişilik profili bunu yapabilecek biri olma olasılığını akıllara getiren yolları kapatıyordu ki son öğrenilen bilgi intihar oluyordu. Konser sonrası otel odasında kendini asarak hayatına son vermek. İşte bunu onunla bağdaştırmak da yeterince uzak duruyordu.
Yetmişlerin çiçek çocuklarının yerinde doksanlarda bizler vardık. Tabiatıyla bizi temsil eden kahramanlarımız da olacaktı, belki biraz daha içine kapanık ve problemi çevresiyle olduğu kadar kendisiyle de olan.
Doksanların başında hayatımıza girmeye başlayan grunge ve o birçok kıymetli müzisyenin bize kattıkları çok şey oldu. Birçoğu olgunlaşmakla ilgiliydi. Hayata dair çözümlemelerde bulunmakla alakalı, kendimizi aramak ya da kaybolduğumuz kalabalığın içinde bizim gibileri bulabilmek gibi bir yetenek geliştirmekle ilgiliydi.
Tüm bunları, şarkıları yanı sıra yaşam kesitleriyle de anlatıyorlardı. Ciddi örnekler vardı. Andrew Wood’un kaybı, Kurt Cobain’in gidişinin anlattıkları vardı. Layne Staley, River Phoenix daha yakın zamanda Scott Weiland gidiyordu, her ne kadar yaşam tarzı düşünüldüğünde beklenmedik olmasa da onun da anlattıkları olmuştu. Zihnimin bir yerinde Jeff Buckley beliriyor ve buruk şarap tadı geliyor ağzıma.
Fakat Chris Cornell da ne demek şimdi dedirtiyordu. O hep farklıydı sanki, bu yüzden olsa gerek şaşkınlık uzun sürüyordu. Ayağı yere basan, üretmeyi sürdüren, daha söyleyeceği sözleri olan bilhassa işine ve ailesine bağlı, hayırsever bir kişilik. O, saygın ve hayli karizmatik görünüşüyle dönemimizin en önemli şairi, şarkı yazarı ve ilham kaynağı müzisyenlerinden biri.
Peki şu andan sonra geriye kalan şarkılar ne tür etkiler taşıyacaktı. “The Cult”ın “Sacred Life” şarkısına bir dörtlük daha mı yazılacak?
Hepsi bir yana belli ki artık her şey biraz eksik kalacak.