25
Views

Heykelinden mahrum kalmış kaidenin yanından geçerek güneşin batışına yürüyenlere bakarken üşengeçliğinde azalma yoktu. Sırf bu yüzden turuncunun tonlarına bürünmüş muhteşem gökyüzüne sırtını verdiği bir fotoğrafı olmayacaktı. Omuz silkti. Aklı başka yerlerdeydi. Neden eskimeye yüz tutmuş bir teknenin yelken direğinden gelen ritmik sesi dinliyorum, diye sordu kendine. Neden şimdi? Bir eşek arısı başının üstünde dönüp durmaktaydı. Eşek arısının cüssesi elindeki eriğin yarısı kadardı.

Dünyayı on iki metre uzunluğa sığdırıp sonsuzluğu bir halat ucunda bulmadan önce hatırladığı son şey en sevdiği filmdeki otobüs sahnesiydi.

Sonsuzluk ve Bir Gün’ü izlerken dürtmüştü şeytanları kolunu. Otobüsün camından görünen geminin ışıklarındaki çağrıyı belki de sadece o duymuştu. Diriliş Meydanı’ndan yükselen seslere karışan çağrı geleceğe ve geleceksizliğe tek bilet satmaktaydı.

“Hoşça kal.”

“Benimle kal.”

Kimseyle kalmadı yolcu. En sevdiği filmin en sevdiği sahnesinde, dünyanın en güzel müziğini çalan otobüs müzisyenleri gibi sırra kadem bastı. Yolcuyu kimse aramadı.

Rüzgârla yarenlik eden yelkenlerin akşamüstleri baş gösteren fütursuzluğuna öykünürdü ruhu. Arada bir dolup taşar, gergin gövdesini cesaretle ileri atardı. Bazense ne yapacağını bilmemenin hınzır belirsizliğinde salınır, yaprak kıpırdatan melteme üfürüp güç verirdi.

Kıçtankara yanaştığı teknenin gıcırdayan halatlarına diş bileyen kedilerden daha yalnız oluşuna gocunmuyordu. Kenarları tuz beyazı burun deliklerine çektiği iyotlu havanın içine karışan karada olma hissini ne yapsa kovamamıştı.

Gecenin sessizliğinin üstünden geçen tekerlek gürültüsü aklına Dönüş romanının kahramanı Fabris’i getirmişti. Yolcu bir kez daha otobüsteydi. Alberto Manguel’in karakterinden beter bir vicdan muhasebesinin içine düşmüştü üstelik. Hâlbuki ne Fabris gibi uzakları mesken tutmuş ne kimseyi geride bırakmıştı. Sanrısal hüznün girdaplı yollarında ilerlerken tanıdık yüzler aradı. Profesör Grossman’ın kullandığı otobüste yolcuyu tanıyan kimse yoktu. Aniden kaçak yapan hava yüzünden sallanmaya başladığında gerçeğe döndü. Geçmişte bıraktığının kendi olduğunu anlamıştı. Fabris’le hiçbir ortak noktası yoktu. Roman onu bir an için denizden karaya savurmuş, sarsmış ve yenilemişti. Otobüs geçmişiyle bugünü arasındaki çelişkilerin taşıyıcısıydı sadece. Hesaplaşmasını karayelin ardından sakinleşeceğini bildiği denizin tezatlarla dolu aynasında yapacaktı.

İskele tarafından bir tirhandil yaklaşıyordu. Hayal mi gerçek mi olduğunu idrak edemediği teknenin yanaşmasını izledi. Güvertesinde insana dair tek bir iz dahi göremedi. Bir arayış ve varış hikâyesinin yarım kalmış son cümlesine bakıyordu sanki.

Yolcu şimdi Asiler Otobüsü’nde* cam kenarına oturmuş, romanın kahramanları arasındaki çatışmaya şahitlik ediyordu. Otobüs birbirine benzemez karakterlerin toplandığı bir fanusa benzemekteydi. İlerleyen ama daracık kalmaya devam eden dünyada bütün kusurlar kolayca ortaya çıkıyor, zorunlu bir arada oluşun yarattığı gerilim elle tutulur hale geliyordu. Otobüsteki son kişi de kendi yoluna gittiğinde yolcu karışmış bir halatın gamını almaktaydı. Hangi limana yanaşacaktı? Onun için son bir liman var mıydı?

Geleceğin vaat ettiklerine doğru ilerlemek istediğinden emin değildi. Tekneden dışarı adımını attı. Sola yatık iskelede dengesini kaybetmeden yürüdü. Umumi tuvaletlerin bildik kokusunda onu tasaya sevk eden bir ağırlık vardı. Parlak ışığın rahatsız edici tesiriyle kapadığı gözlerini açtığında kendini başka bir ülkede bulmaktan korkuyordu. Öteki olmanın yafta yemeye müsait habitatında benlik ve kimlik arasına sıkışmak istemiyordu. Otobüs* filmini izlemekte zorlanmasının başta gelen sebebi buydu belki de. İçinde kabarıp köpüklenen kaygının nesnel yanını görmezden gelmeye çalıştı. Aitlik duygusunu kaybetmişti.

Bir yelken direğinin tepesinde yanan ışığı kuzey yıldızıyla karıştıracak kadar dağılmış aklı kulağına çalınan şarkıyla toparlandı. Eğri iskeleden tekneye doğru ilerlerken “Benim sadece bir gecem var” repliğini yüksek sesle söyledi. Sonsuzluk ve Bir Gün’e geri dönmüştü. Denizde bir ferahlık vardı.

*Asiler Otobüsü (The Wayward Bus), John Steinbeck, 1947

*Otobüs, Tunç Okan, 1974

Yazan: Dilek Neşe Açıker

görsel: getty images

Makale Etiketleri:
· ·
Makale Kategorileri:
MANŞET · VE DİĞER