Yaşlı Arsız Sinirli Bir Ergen: “Michael Haneke”
Berkay Akbudak
İkisi de oyuncu olan, Alman bir baba ve Avusturyalı bir annenin evladı olarak 1942’de Bavyera’da doğan Michael Haneke, aile mesleğini sürdürürüm zannederek genç yaşta oyunculuğa başlar fakat bu işte berbat olduğunu anlayınca sevdasından vazgeçip (ama fazla da uzaklaşmayarak) Viyana Üniversitesi’nde drama, psikoloji ve felsefe eğitimi alr. Sinema dünyasına film eleştirmeni olarak girip devamında TV yazarı ve yönetmeni olarak sahaya çıkar. Bir düzine TV filmi ve birkaç bölüm dizi çektikten sonra sinemada ilk işi olan, Avusturya yapımı Der Siebente Kontinent (1989) adlı filmi çeker. Bu küçücük filmle sinemasının harcı olacak mevzuları daha ilk atışta dünya sinema duvarına sıvar.
Tek çocuklu, keyfi yerinde orta sınıf bir ailenin hayatının, akıl kayması yaşamalarıyla ellerinden kayıp gitmesi sonucu aldıkları “ölümcül” kararı uygulamaya koymalarını konu alan film, tahmin ediyor olmamıza rağmen bir sürprizmiş gibi suratımıza çarpan finali ile küçük bir başyapıt olduğunu ıspatlıyor.
Yönetmenin bu ve bundan sonraki tüm filmleri her şeyleri olan, başarılı kariyer, güzel bir hayat, iyi ilişkiler gibi dünyevi zevklerin hemen hepsine sahip ve illa ki karı koca olan çiftlerin hayatına, sorunları aslında kişisel olmayan ama tertemiz sosyopat bazı kişilerin girmesi, onlara tacizde bulunması hatta tecavüz etmesi sonucu bu “mağdur” ailelerin yeni gelen belayla iki yollu başa çıkma yöntemi denemesi yani fiziksel ve zihinsel karşı koyma ya da fiziksel ve zihinsel teslim olma gibi zıt yönlere savrulmasıyla sonuçlanan ve hiç mutlu sonu olmayan (son filminin adı Happy End (2018)’dir) filmlerdir.
Sanatçının, kendisinin de tam ciğerine doğduğu beyaz, Hristiyan Avrupa’nın farklı ülkelerinde farklı dillerde, oradaki “yabancılar”ın da dahil olduğu (çeşit çeşit Afrika, Ortadoğu ve Balkanlar mensubu), bu kıtanın yalancı, iki yüzlü ahlakçı yapısıyla meselesi var. Her filminde bu duruma saldırıp gücün içini boşaltmayı beceriyor.
Yüksek sinemacılığı, kusursuz atmosfer kurma yeteneği ile çok saygı duyulan bir filmci olmasına rağmen dünya üzerinde, filmi oynarken en çok salon terk edilen yönetmenlerden biridir. (Terk edenlere büyük festivallerin komite üyeleri de dahildir.) Bu insanlar, yani faşist, sömürgeci, vahşi kapitalist, bağnaz, gerici, sübyancı, sapkın, hırsız, katil olan herkes, o salonlardan, filmde iddia edildiği gibi aşırı şiddetten mideleri kalktığı için değil hak ettikleri tokatları suratlarına defalarca yedikleri ve utandıkları için, yanakları kızara kızara çıkıyorlar. Kirli, çürük, adi oldukları yüzlerine söylendiğinde bu insanların üzerindeki etkisini böylece görebiliyorsunuz. Bu ahlakçı suçlu kuduz farelerin yüzlerine vurmadıkça bunlar sırtımızı kırbaçlamaya, ekmeğimizi gasp etmeye devam ederler. Bu insanlar her gittikleri yerde, evlerinde, uykularında dahi dövülmeli ve çaldıkları ekmeğimizi yerken boğulmalıdır. Tek kişiyle değil yüzler, binler eklene eklene milyonlar eden bir ulusla karşılarına çıkmalı, önce içeriyi temizleyip bunları silmeli sonra ateşi dışarı taşırmalı ve başka her nerede iseler bunları yok etmeli, sanatla, siyasetle ya da sopayla. Michael Haneke bunu sopa sertliğindeki filmleriyle yapmaya çalışıyor.
Viyana Film Akademisi’nde yönetmenlik dersi veren, zaman zaman opera ve tiyatro eserleri de yöneten sanatçı, filmlerinde hep aynı temaları işleyerek birbirine hiç ama hiç benzemeyen filmler çekti. Aynı tema derken filmin zırt diye bir yerinde gıcırdayarak kapanan anlamsız kapıları değil, felsefe, inanç/inançsızlık, psikolojik derinlik gibi malzemelerle dolu, manalı filmleri kastediyoruz.
Sanatın görevi ve işlevinin cevap vermek değil her zaman soru sormak olduğu inancına sıkı sıkıya bağlı Haneke hoca, filmleriyle işte bu soruların cevaplarını bilmelerinden veya aramalarından dolayı seyircisini rahatsız eder. Bu rahatsızlık için kullandığı yöntem olan, filmlerinde şahitlik ettiğimiz (hem fiziksel hem psikolojik, daha çok psikolojik) şiddet ise öyle Tarantino’nun balonlu sakız çizgi film şiddetine benzemez insanı sarsa sarsa yerine oturtur.
Bir söyleşide kendisine sinema bir eğlence midir sanat mıdır diye sorulunca “sanat eğlencelidir” diyerek olayı sonsuza dek çözmüş, “sanat dünyayı kurtarmayacaktır ama yeterince kötü olan vaziyeti iyileştirecektir”, diye de reçeteyi yazmıştır.
Sonradan üçlemeye dönüşecek ve adı da “buzlaşma, soğuma, donma” diye çevrilebilen seride Haneke, safkan Avrupalı insanın aşırı kapitalizmden, ona yetmek için sürekli tüketmesinden, satın almasından, bunun için satılık olmasından dolayı dünyadan ve hayattan soğuması, yaşadığı çevreye ve kendine yabancılaşması sonucu kelimenin tam anlamıyla delirmesi ve bunun sebeplerinden çok sonuçlarına odaklanan hikayeler anlatmaya devam eder. İşte ucu sivri soruların cevapları bu delirmenin sebepleridir. Cevapları bilen aklına sahip çıksın.
Üçlemenin ikinci filmini, 1992’de Benny’s Video adıyla bir Avusturya – İsveç ortak yapımı olarak çeker. Film, kafayı televizyonla, kameraya kayıt yapmakla “bozmuş” bir ergenin gerçeklikten kopup yabancılaşma, yalnızlaşma gibi yine yönetmenin takıntı dertlerini işliyor. Öyle ki yönetmenin kendisinin de bir parçası olduğu TV ilizyonunu, nefes aldırmadan arka arkaya saydırdığı ışık, renk ve sesle insanın kimyasını bozarak, tehlikeli ve ölümcül bir kalabalık yaratıyor. Öyle bir kalabalık ki o sesin, ışığın bir parçası olmak için cinayet işleyecek ve bunu kayıt altına alacak, daha doğrusu kayıt altına almak için bu cinayeti işleyecek kadar delirmiş.
1994 senesinde üçlemeyi sonlandıracak, Alman ortaklığıyla çekilen Avusturya filmi 71 Fragmente Einer Chronologie des Zufalls adlı esergelir. Haneke bu filmde yalnız ve yaşlı bir adam, küçük bir çocuğu evlat edinen bir karı koca, bir üniversite öğrencisi ve yabancı bir göçmenin “tesadüfen” birbirine değen hayatlarını, döne döne toplam 71 sahnede izleterek bize su dolu bir lavabonun tepesinde yüzerken altımızdaki kara tıpayı çekip, film ilerledikçe döne döne, azalan şeffaf suda kendi kara deliğimize doğru gidişimizi de izletiyor.
Michael Haneke, her ne kadar ilk filminin galasını Cannes Film Festivali’nde (yarışma dışı) yapmış olsa da bu üçüncü filmiyle hala büyük bir ilgi çekmemiş, kulislerde ismi alçak sesle söylenen bir sanatçıdır. Bu durum uzun sürmeyecektir. Yönetmene Altın Palmiye adaylığı getirecek, rahatsız ediciliği, neredeyse elinden kaçıracak kadar sanata dönüştürdüğü Funny Games (1997) filmini çeker. Palmiye’yi ise İranlı Kiarostami’nin Ta’m e Guilass filmi ile Japon Imamura’nın Unagi’si paylaşır. Ne ilginçtir her iki film de yabancılaşma, yalnızlaşma, kenara itilme gibi kavramlarla ilgilidir. Funny Games’in taşıdığı aynı temaları, her iki değerli yönetmen, Avrupalı’ya beyaz adamdan daha iyi anlatmıştır.
Film, tatil için, yeşillik göl kenarı evlerine gelen karı koca ve çocuklarını “sebepsiz” rehin alan iki geç ergen komşu çocuğunun aileye işkenceler yapıp sırf birbirlerini eğlendirmek için sadizm oyunları oynatmaları ile ilgilidir. Ailenin hiçbir suçu, hiçbir yanlışı yoktur, aileden kimse olan biteni hak edecek bir şey yapmamıştır, üçü de gayet iyi insanlardır. Sadist çocuklar da iyi eğitimli, düzgün giyimli, saçları başları bakımlı, hobileri olan, spor yapan ve en önemlisi aileleri tarafından sevilen yakışıklı, sevimli çocuklardır. Peki bu çocuklar bütün bu psikopatlığı neden yapıyorlar? Bütün bunlar neden bu ailenin başına geliyor? İşte bütün mesele bu. (Olaylar olup biterken evdeki TV’nin sürekli açık olduğunu da not düşelim.)
Haneke bu filmi için, eğer beğenilir, başarı kazanırsa kimse filmin ardında yatan gerçeği görmemiş demektir, demiştir.
Filmin Cannes Film Festivali gibi ciddiyeti yüksek bir ortamdaki gösterimi sırasında, tek işleri film izlemek olan bazı dallama eleştirmenler “bile” salonu terk etmiştir.
Yeni Milenyum gelince Haneke de Code Inconnu filmini, Fransa, Avusturya ve Romanya ortak yapımı olarak Fransa’da Fransız oyuncularla Fransızca çeker. Filmin başrolünde, bir kaç sene önce yönetmeni arayıp çekeceği bir filmde oynamak istediğini söyleyen harika Juliette Binoche vardır.
Dertlerini bu filmde de terk etmeyen yönetmen kadının cinsel istismarı, ırkçılık, evsizlik, açlık, gibi konuları iki saat boyunca kaşıyıp dururken polisin tuttuğu tarafı ve polisin taraf tutan bir kurum olmasını da eleştirir.
Haneke bu filmiyle Cannes’da Jüri Özel Ödülü kazanır, Altın Palmiye’deyse yine adaylıkta kalır çünkü ödülü almak için Lars von Trier’in muhteşem Dancer In The Dark’ı vardır.
Yeni film için hiç vakit kaybetmeyen yönetmen bir sene sonra, memleketlisi (ve 2004 Nobel Edebiyat ödüllü) Elfriede Jelinek’in, Türkçe’de koca koca sansürlerle yayınlanan romanından uyarladığı, dehşet bir Isabelle Hupper’in başrol oynadığı La Pianiste (2001) filmini çeker. Filmin yapımında Avusturya ve Almanya’ya, çekildiği dilin sahibi Fransa da dahil olur. Genç bir müzik öğrencisi kendinden yaşça oldukça büyük piano öğretmeniyle romantik bir ilişkiye başlar. Kısa sürede bu romantizm, öğretmen hanımın talep ve zorlamasıyla mazoşist seks ilişkisine döner. İşte size tipik bir Haneke insanı. Her şeyi var ama ruhu yalnız, mutsuz, tatminsiz ve şiddete yatkın. (Ah kapitalizm ah gözün kör olsun.)
Cannes Film Festivali’nde yine Altın Palmiye adayı olur, Jüri Büyük Ödülü’nü, en iyi erkek ve en iyi kadın palmiyelerini alır. En pahalı palmiye bu sefer de muhteşem Nanni Moretti’nin muhteşem La Stanza Del Figlio filmine gider.
Yönetmenin anadili gibi Fransızca konuştuğu, başrol kadın oyuncunun piyanoyu gerçekten çaldığı bir film seti düşünün ve memleketim sinema seyircisinin yurt içi seyrinde vasata sapladığını unutmayın.
Film o kadar iyi, Huppert o kadar kusursuzdur ki kurallarına çok sıkı bağlı, muhafazakar Cannes yönetimi birinci derece ödüllerin aynı filme verilmemesi kuralını bu film yüzünden yırtıp atar.
Sonraki film yine Avusturya – Almanya – Fransa ortak yapımında, yine Isabelle Huppert’le, 2003’de çektiği Le Temps du Loup olur.
Temel dertlerini asla terk etmemiş olan yönetmen daha önce girdiği tünele bir kez daha girer. Şehir dışındaki evlerine tatile gelen bir aile, evlerinin birkaç yabancı, vahşi insan tarafından işgal edildiğini görür. Filmde yaratılan dünya yok olmaya çok yaklaşmış bir dünyadır, hayvanlar katledilmiş, sular çekilmiş, yiyecek tükenmek üzeredir, gezegen ölümün yakınında dönmektedir. Filmin “kahramanları” olan aile bireyleri bu vaziyet içinde hayatta kalmaya çalışır. Bu distopik dünyada yaşayan ailenin yardım çağrısı, benim de yaşadığım distopik olmasına gerek kalmayan dünyada büyük çoğunlukla olduğu gibi karşılıksız kalır. Böyle bir çıkmazdan kurtuluşun yolu, ailenin kendileri gibi olan bir topluluğu bulup onlara katılmasıyla yani fikir ve güç birliği kurmasıyla yani işgalciye, gaspcıya, tecavüzcüye, hırsıza karşı birleşmesiyle bulunur.
Film, tabii ki Cannes Film Festivali’ne katılır fakat o senenin jüri başkanı Patrice Chéreau filmin başrol oyuncusu olduğu için yarışma dışı takılır.
Fransız,Alman ve Avusturyalı yapımcılar bu sefer yanlarına İtalyanlar’ı da alarak, 2005 senesinde yeni Haneke filmi Caché’yi yaparlar.
Filmimizde yine durumlar iyi, keyifler gıcır, elde ikindi şarabı “entelektüel” bir karı koca vardır. Bu çiftin evine birgün isimsiz bir video kaset gelir. Kasette çiftimizin evlerinin, dışarıdan olmak üzere gizlice kaydedildiğini görürüz. Bu gayet rahatsız edici ve paranoya mikrobu saçan durum tüm huzuru bozar. Özel hayat diye bir kavramın olmadığı, hepimizi fişleyen devletin bile derininin olduğu bir dünyadır bu dünya. Uğraşılması gereken suçlu değil suçun kendisidir. Suçlar icad edip suçlular yaratan sistem savaşılması gereken en büyük düşmandır.
Cannes’da Michael Haneke’ye en iyi yönetmen ödülü kazandıran film, aynı yarışmada FIPRESCI ve Ekümenik Jüri ödüllerini de kazanır. Altın Palmiye yine başka bahara kalır ve bu güzel ödülü, Haneke’nin “büyük hayranlarıyım, her filmlerini büyük merak ve heyecanla bekliyorum” dediği Belçikalı Dardenne kardeşlerin L’enfant filmi alır.
Avusturya’nın Oscar için resmi seçkisi olan Caché filmi, akademi tarafından, başvuran ülkenin dilinde (film tamamen Fransızca çekilmiştir.) çekilmediği gerekçesiyle elenir. Aynı sebeple, İsrail ordusu tarafından kıstırılan Filistinli bir aileyi anlatan, Arapça ve İbranice çekilen güzelim İtalyan filmi Private da elenir. Bu olay akademide ortalığın karışmasına neden olur ve Haneke kariyerinde ikinci kez büyük bir uluslararası film etkinliğinde kural değişikliği yapılmasını sağlar, akademi dil şartını kaldırır.
Haneke’nin bir sonraki filmi aslında yeni bir film değildir. 1997’nin Funny Games’ini tam on sene sonra sahne sahne, bu sefer Amerikan kadroyla ve İngilizce olarak tekrar çeker.
2009 senesinde siyah beyaz ve bu sefer de Almanca çekeceği Das Weisse Band gelir. Film, tanrı gözüne sahip Christian Berger’le en iyi görüntü yönetmeni Oscar’ı ile bu sefer de Almanya adına yabancı dilde en iyi film Oscar’ına aday olur. Cannes Film Festivali’nde ise sonunda en büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanır. Üstüne bir özel ödül, bir FIPRESCI, bir de Ekümenik Jüri Ödülü alır. Ödülü veren Ekümenik jüri gerekçesini “üstün sinematografik işçiliğin yanında iç şiddetimizin dışarıya sosyopolitik şiddet tohumları ektiğini göstermesi bakımından çok dokunaklı bir film” olarak ifade eder.
Filmin hikayesi 1913 yazında, Almanya’nın küçük bir köyünde geçer. Köydeki tüm hayat lanetlenmiş gibidir. Biri kendini asar, biri kazayla ölür, hayvanlar kontrolden çıkar, bir baba küçük kızını taciz eder ve bu gibi olaylar ile geçen zaman sonunda 1. Dünya Savaşı başlar ve evet dünya lanetlenmiştir, bu sefer sormaya gerek yoktur.
Filmde, şiddet gören, dövülüp aşağılanıp ezilen, taciz edilen, savaşı yaşayan zavallılar olarak izlediğimiz bu çocukların hepsinin büyüyünce Nazi olduklarını unutmayalım. Film faşizme ve faşizmin köklerine edilmiş eril bir küfürdür.
Aynı konuları bıkmadan bıktırmadan işleyerek sinemaseverleri şaşırtmaya devam eden sanatçı 2012 senesinde, 80’li yaşlarında, yine durumları iyi, çocuklarıyla sorunlu ilişkisi olan, yine gayet entelektüel, ikisi de emekli müzik öğretmeni olan bir karı kocanın hayatının, hanımefendinin felç geçirip yatağa bağlı hale gelmesi üzerine gelişen yeni durumu anlatan bir film olan Amour filmini çeker. Filmdeki karakterlerin çelişik duygularıyla ilerleyen filmin sorusu, kendi de artık yaşlanmakta olan Haneke’nin duygu durumuyla paralellik taşırcasına cevabından korkacağımız şu basit sorudur: İnsan aşık olduğu, hayatını paylaştığı kişiye iyilik olsun diye kötülük eder mi? Haneke’nin bu basit soruyu sorması insani ilişki denen koca evrenin ahlakı üzerine yıkıcı ve bir o kadar da romantik bir film yazıp yönetmesini sağlamıştır. Film, Oscarlar’da en iyi film ve yabancı dilde en iyi film dallarının ikisine birden aday olur. Yetmez, en iyi kadın oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi senaryo dallarında da Oscar adayı olur ve bu adaylıklar içinden yabancı dilde en iyi film Oscar’ını Avusturya adına alır (film Fransızca’dır). Haneke bununla doymaz, gider bir de Cannes Film Festivali’nden, hem de ikinci kez Altın Palmiye kazanır. O zamanın Cannes jüri başkanı (geçmişte Altın Palmiye kaptrdığı) Nanni Moretti bir sohbetinde yönetmen Haneke’ye Amour filminin festivalin diğer tüm ödüllerini de hakettiğini fakat bu filme sadece büyük ödülün verilmesini kendinin teklif ettiğini söyleyecektir.
Büyük dertlere sahip olduğu için büyük bir yönetmen olan bu sanatçının (şimdilik) son filmi geçen yıl çektiği Happy End’dir. Bu filmde, Fransa sahilinde yaşayan “tertemiz” bir ailenin arkasında Avrupa mülteci krizi olduğu haldeki hayatını izleriz. Son yapılan Cannes Film Festivali’nde yine yine aday olduğu Altın Palmiye’yi The Square ile İsveç’e kaptırır.
Ömrü yettikçe, zihni çalışmaya devam ettikçe bir sanatçıda olması gerektiği gibi dünyaya, insana duyarlı filmleriyle biz aç seyirciyi doyurmaya devam edeceğini umarak bir türlü büyüyememiş yaşlı, ergen öfkeli bu insana saygıyla selam olsun.
Hepimiz düşmedeyiz, şu gördüğün el düşüyor
Nereye baksan hep o düşüş
Ama biri var ki bu düşenleri tutuyor yumuşak ve sonsuz
Rainer Maria Rilke (Çev.: A. Turan Oflazoğlu)