Boğaç Gökmen yazdı: Tüyler Diken Diken Bakıyorum 90’lardaki Cemalime: Suede “Autofiction”
Boğaç Gökmen
Bazı grupların içimize nasıl işlediği ve bunun seviye tespiti hiç de güç olmuyor. Bir akşam, bir mekânda çalan şarkıda ansızın geçmiş yıllara ışınlanır, grubun yeni albümünü dinlediğinizde burun kemiğinizin sızladığını hissediverirsiniz.
90’ların hemen başı Kadıköy-Eminönü-Beyazıt üniversite seferlerimiz başlamıştır. Tabii en mantıklısı vapur kartı. Tramvay hattı henüz hizmete giriyor, bedava deneme sürüşleri, hıncahınç raylı sistem sefaları. Dönüşte çoğu zaman Mercan’dan iskeleye inişler. Hele hava da karardıysa ıssız dar sokaklarda yankılanan ayak sesleri.
Kafan attıysa ona buna, vapurdan inmeden ring seferine çevrilen seyirler. Üst kıç güverte soğukta dahi emrinizde. Gelen görevliye kartı göster inmeden bir tur daha paklar sallantıdaki dalgalı ruh hâlini. Bir de kulağında dönüp duran yarenlik melodiler. Başrollerdeki gruplar dönem dönem değişirken kimileri uzun mesafede gölge gibi takipte kalır vaziyeti.
Bir Suede var. Ele avuca sığmaz, aykırı, tepkilerin de hedefinde şarkıcı Brett Anderson var. Mühim figür, şarkıcılık hünerleriyle kıskıvrak yakalıyor, avcuna alıveriyor yirmili yaşlardaki isyankâr yüreğimi. Bazı toplumsal kılcalları da kaşıyor hâliyle. Belli ki tabularla derdi var. “So Young” dinleyerek girdiyseniz işin içine vah vah. Ya “Animal Nitrate”, “The Drowners”, “Metal Mickey”. Kaybedenler Kulübü lisanıyla “adalarda trend”i belirleyen melodiler bunlar.
Sahneler değişir takip sürer, “Dog Man Star” girer koluma, ardından “Coming Up” ve sonrası ver elini milenyum öncesi “Head Music”. 90’lardan bahsedip, Britpop deryalarına uzanıp Suede’e uğramamak da hani teğet geçmek olacaktır konuyu.
Neyse mevzubahsimiz vapurun üst kıç güvertesindeki gencin kulaklığından kadraj alıp günümüze, henüz dumanı üzerinde yeni Suede albümü “Autofiction”a doğru odaklanıyor. Ve biz uzay mekânda sürüklenip, sesi de hayli yükseltip, vapurdan seyrederken İstanbul’u yeni albümü arka fona yapıştırıveriyoruz.
“Autofiction bizim punk albümümüzdür” diyor kaptan Brett Anderson. Esasen son üç albümden farklı bir yerlerde uçuştuğu da fark ediliyor fikirlerin ve anlayışın. Biraz daha kızgın biraz daha edepsiz. Bilinçli olarak kafa yorulan sade ve kirli bir sound arayışı. Son albümlerin hacimli ve sinematik yapısına nazaran daha bir ham duyuluyor genel sound ve bu çiğ tınılar içten bir bakış atmayı sağlıyor 90’lar evrenine. O parlak döneme öykünen bir işçilik amacı olduğunu düşünmesem de samimiyet, bireyselden geneli kavrama niyeti ve sade ancak vurucu doku sürekli o vapur sahnesine götürüp getiriyor beni, tüyler diken diken desem yeri.
Anderson’ın masaya yatırdığı bireysel açmazlar ve saptamalar eşliğinde, bu yanıyla da ustaca aktarılan psikolojik dalışlarla yükleniyoruz heybeyi sırtımıza. Albümün inşa süreci Anderson’ın yazdığı iki kitap sonrası başlıyor ki bu da albümün sözleri ve temasında kendini gösteriyor besbelli. Kısmen anı kısmen kurgu kıvamında bir anlatı. Annesinin ölümüyle ilgili yazdığı şahane açılış şarkısı “She Still Leads Me On”, hayata ilk kez âşık olmak hakkındaki “15 Again” ve sahnedeki kişiliğini masaya yatırdığı ve “bu persona ve dönüştüğümüz insanlarla ilgili” dediği “That Boy On The Stage” ve devam.
Gitar düzenlemeleri kavrıyor beni ve tabii yakalanan melodik işlemeler, uzun yıllar dinlenmiş, çoktan anılara montajlanmış şarkıların verdiği sıcaklığı hissettiriyor ki bu da kucaklaşma sahnesinin erkene taşınmasını sağlıyor.
Punk albümümüz derken sadece duyulana değil elbette metodolojiye de vurgu yapıyor Anderson. Londra’daki Konk stüdyolarındaki kayıt sürecinden önce, ekipmanları kurmak ve çalmaya başlamak için Kings Cross’ta bir prova stüdyosu tutarak albüm için kolları sıvıyorlar ve istikameti de belirliyorlar. Kayıt esnasındaki tüm kusur ve çuvallamalar mühim, beş kişi bir ilkel karmaşa içerisinde diyor ve “‘Autofiction’ doğal bir tazeliğe sahip, olmak istediğimiz yer orası” diye yapıştırıyor cevabı Anderson.
Hepimizin olmak istediği bir yer var. Bulunduğumuz yer ve o noktaya gelene kadarki yolculuk. Deneyip, üstesinden geldiğimiz ya da gelemediklerimiz, ne istediğimizi mi, istemediğimizi mi daha çok bildiğimiz. İlişkiler yumağı içinde, enerjiler, etkileşimler sağanağı ve çözüm arayışları. Kendi kurgumuzun yolcuları olarak çokça da şarkılara dayanarak adımladığımız hassas dengeler.
Otuz yılık bir senaryoda geriye dönüşler, ortada kalışlar, kendini arayışlar yine bir vapurda iki kıta arasına, bir albümün akışına sığıyor. Kulaklığı çıkarıyor eve giden yoldan sapıyorum. Bu hissi biliyorum, tanıyorum otuz yıllık bu manevrayı. Hani o en sevdiğim, kaybolmayı şehrin sokaklarında ve tam da burada aradığım bir yer var belli ki kendi kurgumun ortasında.
Kulaklığı tekrar takıyor ve bu kez kulaklıktan alınan kadraj şehrin ana caddesinde atılan adımlardan hafifçe yükselip trafikte sıkışıp kalmış otomobillerin kırmızı stop lambalarına doğru kısılarak buğulanıyor, tam da her şeyin kendi kurgusunda.