Theo Angelopoulos Sinemasına Dair
Theo Angelopoulos’un ürkütücü ve masalsı Landscape in the Mist (1988) filminde Voula (Tania Palaiologou) adlı ergen bir kız, annesinin yaklaşan ayak sesleriyle bölünene kadar küçük kardeşi Alexander’a (Michalis Zeke) uyuması için hikaye anlatmaya başlar. Hayal kırıklığına uğrayan Alexander sabırsızlıkla “Bu hikaye asla bitmeyecek” diye yakınır. Bu, Angelopoulos’un destansı ve özgün yerel sinemasını olması gerektiği gibi karakterize eden masum bir gözlemdir. Filmlerinin sonunda geleneksel “Son” kelimesi kullanmamasından daha önceki filmlerine (ki bunlar da çoğunlukla kişisel deneyimlerden toplanır) ait bölümlerin varyasyonlarını iç içe geçirerek kesintisiz, tamamlanmamış bir çalışmanın birbiriyle bağlantılı bölümlerini yaratma eğilimine kadar Angelopoulos sineması hem samimi bir biçimde otobiyografik hem de kültürel açıdan alegoriktir. Landscape in the Mist‘in çocukları gibi gerçek ve mitik olanın mecazi olarak (ve bütünüyle) kesiştiği, Yunan ruhunun organik ve sınırsız manzarasını haritalayan metafizik bir düzlemi aşar.
Angelopoulos’un çağdaş Yunan deneyiminin figüratif bir tarihçisi olarak oynadığı sanatsal rol erken yaşlardan itibaren kaderinde varmış gibi görünüyordu. Kendini savaş çocuğu olarak tanımlayan Angelopoulos, 27 Nisan 1935’te General Metaxas’ın diktatörlüğü sırasında orta sınıfa ait, tüccar bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Erken dönem çocukluk anıları – hava saldırısı sirenlerinin sesini ve 1940’ta İtalya’nın Yunanistan’ı işgal etmesinin ardından Almanların Atina’ya girmesini – daha sonra Voyage to Cythera (1983) filminin açılış sahnesi için hafızasında yeniden yarattığı silinmez bir görüntü olan daha geniş bir ulusal travmayı doğal olarak yansıtıyordu. Savaş yıllarında mütevazı ve çalışkan bir dükkân sahibi olan babası Spyros ve disiplinli annesi Katerina, genç Theo ve kardeşleri Nikos, Haroula ve Voula’ya bakabilmek için çok mücadele etti. Ancak o dönemdeki tüm Yunan aileleri gibi büyük zorluklar, kemer sıkma ve açlık deneyimiyle derinden etkilendiler.
Hassas ve düşünceli biri olan yönetmen, gençliğinde yaşadığı iki travmatik olaydan diğerlerinden daha fazla etkilenecektir: 1944 yılında ‘Kızıl Aralık’ olarak bilinen dönemde, İç Savaş’ın patlak vermesi sırasında komünist partiyi desteklemediği için bir kuzeni tarafından ihbar edilen babasının Noel zamanında tutuklanıp kaybolması (The Travelling Players [1975] ve Ulysses’ Gaze [1995] adlı eserlerinde ima edilen olay) ve kız kardeşi Voula’nın 11 yaşındayken bir çocuk hastalığı nedeniyle ölümü.
Babası tutuklanan Angelopoulos amcasının hukuk bürosunu miras almak zorundaydı ama o bunun yerine şiir yazmaya – hayatında her daim en önemli sanatsal etki olarak gördüğü yaratıcı bir araç – başladı. Bununla beraber genç Angelopoulos, Atina Üniversitesi’nde hukuk okumaya devam etti, ama mezuniyetinden kısa bir süre önce zorunlu askerlik hizmeti yüzünden okulundan ayrıldı. Geri döndüğünde Sorbonne’da Claude Lévi-Strauss’un himayesinde edebiyat, film ve antropoloji okumak için Paris’e gitmeye karar verdi. (Efsanenin evrensel ve kültürler arası yapısı hakkındaki teorisi, şüphesizdir ki Angelopoulos’un sinemaya mitolojik imalarla bakan yaklaşımını etkilemiştir.)
1962’de prestijli Fransız film akademisi IDHEC’ye (Institut des Hautes Études Cinématographiques) giren Angelopoulos ilk yılının ardından kibir ve disiplinsizlik nedeniyle programdan atıldı. Daha sonra Musée de L’Homme’daki bir atölyeye kaydoldu ve burada ünlü etnograf ve belgeselci Jean Rouch’un gözetiminde cinéma verité tekniklerini öğrendi. Kursu tamamladıktan sonra ilk filmini yaratmak için ilhamını bulmuştu. Paris’te bilinmeyen varlıklar tarafından gizemli bir şekilde takip edilen bir adamı konu edinen ve film noir’a övgü niteliğindeki Siyah ve Beyaz adlı 16 mm’lik kısa bir film çekmek için IDHEC’deki eski meslektaşlarından yardım istedi. Maalesef sınırlı bütçesi bir çalışma kopyasının bile maliyetini karşılamıyordu ve sonuç olarak film projesini asla geliştiremedi. Gerçek hayata ait bölüm ironik bir şekilde Ulysses’ Gaze‘in giriş konseptiyle paralellik gösterir; hayal kırıklığına uğramış, sadece A olarak bililen bir Yunan-Amerikalı yönetmen (Harvey Keitel), Balkan film öncüleri Manakia kardeşler tarafından yapılmış, bölgeye ait ilk filmi temsil eden üç kayıp, geliştirilmemiş makarayı takıntılı bir şekilde arar: kendi bozulmuş sanatsal vizyonunu geri getireceğine inandığı saf, sinematik ilk bakış.
Angelopoulos, Fransız film endüstrisinde kariyer yapmak yönündeki beklentilerini değerlendirirken Atina’ya döndü ve anlık bir dürtüyle Demokratiki Allaghi adlı sol görüşlü bir gazetede film eleştirmeni olarak çalışmayı kabul etti; bu kararın, 1964’te Papandreu yanlısı bir öğrenci gösterisi sırasında polis tarafından saldırıya uğramasının travmasından kaynaklandığını açıkladı. 1967’de Papadopoulos’un askeri cuntası tarafından radikal muhalefete yönelik baskı dönemi sırasında lağvedilmesine kadar dergi için çalışmaya devam etti. Demokratiki Allaghi’de çalıştığı dönemde Yunan besteci Vangelis tarafından grubu Forminx için yapılacak olan Amerika turnesiyle ilgili tanıtım amaçlı bir film projesi için işe alındı. Angelopoulos kısa süre çalışmış olmasına rağmen, genç bir film yapımcısına ilk kısa filmini çekmek için ihtiyaç duyduğu fonu sağlaması bakımından dikkat çekicidir: ‘İdeal insanı’ bulma (ya da daha doğrusu yaratma) üzerine deneysel bir hiciv olan Broadcast (1968) adlı film, Selanik Film Festivali’nde Eleştirmenler Ödülü’nü kazandı. Angelopoulos ilk uzun metrajlı filminde Jean Rouch’da aldığı belgesel eğitiminin etkisini açıkça gösteriyor ve Almanya’dan döndükten sonra karısı ve sevgilisi tarafından öldürülen bir misafir işçinin gerçek hikayesinden ilham alıyor. Reconstruction (1970) adını verdiği film içinde bölümler halinde ardışık olmayan bir film yaratan, vicdan sahibi yönetmen, Yunan köyünün – netice itibareyle Yunan ruhunun da özü – ölümü üzerine daha geniş bir toplumsal ve antropolojik yorum sunmak için potansiyel olarak müstehcen anlatı materyalini kullanır; bu kültürel kaygıyı daha sonra 1993’te Andrew Horton’la yaptığı bir röportajda tartışır:
Köy minyatürde tam bir dünyadır. Eski Yunan köylerinin bir ruhu, iş, oyun ve şenlik dolu bir hayatı vardı. Elbette Yunan köylerinin nüfusu yüzyılın başında azalmaya başladı, ama Yunan köyünün gerçekliğini ve kavramını tamamen yok eden şey esasen II. Dünya Savaşı ve ardından gelen Yunanistan İç Savaşı’ydı. Tüm yaşam biçimimiz bu iki felaketle değişti.
Köy merkezli ulustaki değişiklikler çok daha kademeli ve nazik bir şekilde yapılırdı. Bu savaşların bir sonucunun da 1950’lerde 500 binden fazla köylü erkeğin özellikle Almanya’ya, bunun yanında Amerika ve Avustralya ve başka ülkelere misafir işçi olarak gitmesi olduğunu anlamalısınız. Bu, köy yaşamında büyük bir değişim anlamına geliyordu. Erkekler bir anda gitti ve kadınlar kaldı. Tüm bu değişikliklerle birlikte köylerin ruhu ölmeye başladı.
Angelopoulos ilk uzun metrajlı filminde bile, Costas’ın (Michalis Photopoulos) uzun süre yurtdışında misafir işçi olarak geçirdiği yolculuğun ardından bir gün Epirus’a dönüşünü konu alan açılış sahnesiyle doğuştan gelen kişisel sinemasının bir yansımasını sunuyor. Bu, Angelopoulos’un babasının tutuklandıktan sonra başına ne geldiği konusunda aylarca süren belirsizliğin ardından beklenmedik şekilde ortaya çıkmasıyla oluşan otobiyografik bir olaydır (ailesi, onun idam edilmiş olabileceği gibi trajik bir olasılığına çoktan razı olmuştu).
Bir Tarih Üçlemesi
Modern tarihten kesitler aracılığıyla kırsal Yunanistan’ın dinamik kültürel manzarasını yansıtmaya devam eden Angelopoulos, The Travelling Players ve O Megalexandros‘u da (1980) içeren, kendini tanımladığı tarih üçlemesinin ilk filmi olan Days of ’36’i (1972) yarattı. Görünüşte 1936’da bir parlamento görevlisinin de dahil olduğu gerçeklere dayalı bir hapishanede rehin alma olayından esinlenen film, aynı zamanda dönemin iktidardaki askeri cuntasının (1967-1975) yolsuzluğunu, yetersizliğini, bu cuntanın muhalefete yönelik şiddet, sindirme ve sansüre dayanan ağır baskısını ve iktidarı elinde tutma yöntemlerini şiddetli bir şekilde suçladı.
Days of ’36‘de tasvir edilen olaylar nispeten kısa bir zaman dilimine sıkıştırılır, buna karşın Angelopoulos’un destansı şaheseri The Travelling Players esas olarak 1939 ile 1952 yılları arasında geçer ve monarşi yanlısı Metaxas diktatörlüğünü (1936-1941), II. Dünya Savaşı sırasında Almanların Atina’yı işgalini (1941-1944) ve Yunan İç Savaşı’nı (1944-1949) kapsayan geniş bir çerçeveyi izleyiciye sunar. Yeniden Yaratma‘da (Reconstructions) incelenen göç ve yerinden edilme temalarını açıklayan film, 20. yüzyılın ortalarında Yunan tarihinin o çalkantılı çözülüşü boyunca Golpho the Sheperdess adlı bir pastoral oyunu defalarca sahnelemeye çalışan (ancak hiçbir zaman bitiremeyen) mücadeleci bir gezici tiyatro topluluğunu takip eder.
Angelopoulos’un filmde dördüncü duvar monologları aracılığıyla marjinalleştirilmiş gezgin oyunculardan oluşan anonim topluluğun üyelerini çağdaş Yunan tarihini aktaran kişiler olarak kullanması ilginçtir: Agamemnon (Stratos Pachis), Küçük Asya’dan Yunanistan’a göçü takip eder (ülkenin Osmanlı İmparatorluğu’na kadar uzanan, tarihsel olarak sınırsız, etnik olarak çeşitli nüfusunun bir hatırlatıcısı), Electra (Eva Kotamanidou) 1944’te Almanların yenilgisinden sonra İç Savaş’ın başlangıcını anlatır ve Pylades (Kiriakos Katrivanos) siyasi tutukluların işkencesine dair kişisel bir hesaplaşmayı sunar. Özünde kelimenin tam anlamıyla gelir geçer ve evsiz (ve kimliği olmayan) insanların vasiyetini kullanan Angelopoulos, tüm Yunan halklarını kendi ülkeleri içinde yerinden edilmiş sürgünler olarak görerek güçlü bir benzetme yaratır.
The Travelling Players’da tasvir edilen Yunan egemenliğine yönelik yabancı müdahalenin sorunlu örüntüsü O Megalexandros‘ta —tarih (19. yüzyılın sonlarında Yunan haydutlarının Maraton’da aristokrat İngiliz turistleri kaçırması) ve mit (kendisinin Megalexandros’un reenkarnasyonu olduğuna inanan haydut lider) —da görülebilir. Bu yoğun yapılandırılmış film, Angelopoulos’un iki eğilimini, hem kahramanca bir figür (Büyük İskender) hem de bir ideoloji olarak mitin (ütopya) yıkımını kışkırtıcı bir incelemede iç içe geçiriyor. Angelopoulos’un sineması daha bu erken dönemde bile kendi kuşağının başarısızlığa uğramış idealizmi üzerine düşünmeye başlamıştı; bu hayal kırıklığını daha sonra sürüklenen bir kurtarma mavnasındaki Lenin’in parçalanmış heykelinin hüzünlü imgesiyle Ulysses’ Gaze‘de dile getirecekti.
Angelopoulos’un O Megalexandros‘ta kullandığı imalı, ikonik betimleme önceki film olan The Hunters‘da (1977) da açıkça görülür. Bu film orta yaşlı avcılardan oluşan bir grubun 30 yıllık, kusursuz şekilde korunmuş, dondurulmuş bir partizan kalıntısını (Hz. İsa’nın Bizans dönemindeki tasvirine tesadüfi bir şekilde benzemektedir) keşfetmeleri ve bunun uygun şekilde yerleştirilmesi konusunda karar vermek zorunda kalmaları sırasında geçmişleriyle yüzleşerek lanetli ve huzursuz bir akşam geçirmelerini konu alan tarihi üçlemenin tematik bir sonsözü. Cunta sonrası Yunanistan’da geçen film, ulusun tarihinin acı verici ve olumsuz yanını kasıtlı olarak bastırması ve kişisel sorumluluğun kolektif olarak göz ardı edilmesi üzerine çağdaş bir alegori.
Sessizliğin bir üçlemesi
Angelopoulos, 20. yüzyıl Yunan tarihinin kışkırtıcı yeniden değerlendirmesini günümüz Yunanistan’ına taşımasının ardından bu trajik mirasın insani bedeli üzerine yoğunlaştı. Bunun sonucunda ortaya çıkan şey yönetmenin sessizlik üçlemesi olarak tanımladığı bilinç, mit ve hafıza arasında gezinen ürkütücü, keskin, samimi ve derinden etkileyici bir dizi yolculuk oldu: Tarihin sessizliği (Cythera’ya Yolculuk), aşkın sessizliği (The Beekeeper 1986) ve Tanrı’nın sessizliği (Landscape in the Mist).
Cythera’ya Yolculuk, 1970’lerdeki genel af sırasında geri dönen, 32 yıl önce eski Sovyetler dönemindeki Taşkent’te yeni bir hayat kurmuş olan bir komünist ve İç Savaş dönemi partizan, savaşçı bir siyasi sürgünün (Manos Katrakis) içine düştüğü zorluğu takip ediyor. Yeniden Yaratma‘ya benzer şekilde, Cythera’ya Yolculuk‘un film içindeki film anlatımı da yerinden edilmiş bir babanın (Angelopoulos’un uzun süredir ortalarda olmayan babası gibi, aynı zamanda Spyros olarak da adlandırılır) eski hayatını yeniden inşa etmeye ve ailesiyle bağ kurmaya çalışması için yapısal bir metafor sağlar, ama yıkım yaratan savaşlar, terk edilmiş köyler ve ticari gelişmelerin ardından ev fikrinin bir mit haline geldiğini keşfeder.
Voyage to Cythera’daki terk edilmiş, sürüklenmiş ama yeniden bir araya gelmiş, yaşlılık yolundaki aşıkların dokunaklı ama onaylayıcı ve aşkın ayrılık imgesinin aksine The Beekeeper derin bir kopukluğun, yalnızlığın ve eskimişliğin karanlık ve kasvetli bir portresidir.Film çok sevdiği kızını evlilik yoluyla kaybetmenin verdiği moral bozukluğuyla ailesinin geleneksel mesleği arıcılığa başlayan ve tanımlanmamış, içgüdüsel bir ilkbahar göçüyle güneye doğru yola çıkan orta yaşlı, eşinden yeni ayrılmış, okul öğretmeni Spyros’un (Marcello Mastroianni) amaçsız hayatını konu alıyor. Tanımadığı modern dünyanın gerçekleriyle geçmişten bihaber görünen, köksüz, Batı popüler kültürüne bağımlı, çapkın, genç bir otostopçu (Nadia Mourouzi) aracılığıyla çaresizce bağlantı kurmaya çalışan Spyros, aynı Angelopoulos’un babası gibi on yıllardır süren ayrıştırıcı savaşlar, ekonomik çalkantılar ve istikrarsız hükümetler sonrasında, kendi ülkelerinde alakasız, anekdot niteliğinde kalıntılar haline gelen kayıp Yunan neslini temsil ediyor.
Spyros atalarının yolunu izleyerek temel bağlantıları ararken “Landscape in the Mist” Voula ve Alexander adlı iki kardeşin, annelerinin Almanya’da kaçak şekilde yaşadığını söylediği, tanımadıkları ve esasen var olmayan biyolojik babalarını bulmaya çalıştıkları mitik bir kökene doğru yolculuktur. Çocukların, hiç var olmamış babalarına yazılan hayali, cevapsız mektuplarla yönlendirilen yolculukları atalarının kimliği ve topluluğu için varoluşsal bir arayıştır. Bu bakış açısıyla The Travelling Players‘daki gezgin, geleneksel tiyatro oyuncularının filmde tekrarlanan rolleri 20. yüzyıl ortalarındaki Yunan tarihinin travmasına kendi kendine gönderme yapan bir veda olmasının yanında, yine 20. yüzyılın sonlarına doğru Yunan kültürel kimliğinin belirsiz yönü ve kaçınılmaz görünen yok oluşuna dair melankolik bir gözlem olarak da görülebilir: Çocukların işaret parmağı olmayan, büyük, dönen, bedensiz taş elin denizden çıkıp yükseldiğini gözlemlemesiyle sembolik olarak özetlenen belirsizlik.
Sınırların Bir Üçlemesi
Angelopoulos, 1990’larda Balkanlar’daki etnik meselelerin tırmanmasıyla birlikte The Travelling Players‘da ülkenin tarihsel olarak organik olan kültürlerarası göç temasına geri dönerek coğrafi sınırların yapay olarak ayrıştırıcı doğasını inceledi. The Suspended Step of the Stork (1991) filminde Yunanistan-Türkiye sınırı yakınlarında görev yapan Alexander (Gregory Carr) adlı bir muhabir, yıllar önce karısını (Jeanne Moreau) terk edip ortadan kaybolan bir politikacıya benzeyen bir mülteciyle (Marcello Mastroianni) karşılaşır. Angelopoulos, mültecinin kızının (Dora Chrysikou) Meriç Nehri’nin karşı yakasındaki çocukluk aşkıyla evlendiği unutulmaz düğün sahnesinde yalnızca keyfi, insan yapımı sınırların acı verici saçmalığını ve insani sonuçlarını değil, aynı zamanda insanlığın bu kısıtlayıcı engelleri aşma konusundaki doğuştan gelen kapasitesini de gözler önüne seriyor: Ufkun ötesine uzanan telefon direklerine tırmanan (Angelopoulos sinemasında tanıdık, kendine özgü bir görüntü) sarı ceketli tamircilerin oluşturduğu sıranın son sahnesinde resmedilen bir tema.
Mültecinin “Sınırı geçtik ve hala buradayız. Eve ulaşmak için kaç sınır geçmemiz gerekiyor?” sözleriyle ortaya çıkan bıkkınlık hissi Angelopoulos’un bir sonraki filmi Ulysses’ Gaze‘de, A’nın filminin izinsiz gösterimi için gelmesiyle geçici, açık hava sinemasına taşınıyor. The Beekeeper‘daki başıboş Spyros’a benzer şekilde A’nın atalarının yurdundaki acı verici, duygusal yolculuğu aynı zamanda kültürel geçmişiyle yeniden bağ kurmak, romantik kayıp, sanatsal anlaşmazlık, ailevi yabancılaşma, ideolojik hayal kırıklığı ve savaşın tahribatıyla lekelenmiş insan vizyonunun saflığını yeniden yakalamak için verdiği kişisel bir yolculuktur.
Ulysses’ Gaze’in epik kapsamını takip eden Angelopoulos, Eternity and a Day (1998) ile belki de bugüne kadarki en samimi ve iç gözlemsel eserini yarattı. Ölümcül hastalığı olan yazar ve şair Alexander (Bruno Ganz) kişisel işlerini halledip ailesine ve arkadaşlarına veda eder. Ertesi gün hastaneye yatmaya karar verir ve kalan günlerini ölümü bekleyerek geçirir. Alexander, merhum karısı Anna’yı (Isabelle Renauld) duygusal olarak terk etme meselesiyle başa çıkmaya çalışırken, sokaklarda yaşayan, zor durumdaki bir Arnavut yetime (Achileas Skevis) yardım ederken şiir ve iletişim gibi sözcüklerin gerçek anlamda değiş tokuşuyla daha büyük, kurtarıcı bir amaç bulur ve tamamlanmamış varoluşunun bedensel sınırlarını bu sayede aşabilir.
Yolculukları sırasında Arnavut çocuktan aldığı üç çağrıştırıcı kelime filmin nostaljik ve düşündürücü tonunu ortaya koyar. İlki bir çiçeğin kalbini ifade eden zarif bir kelime olan “korfulamu” onun fiziksel acıları için tam anlamıyla bir ‘teselli kelimesi’dir. İkincisi ailesinden mesleki olarak uzaklaşmasını ve yabancılaşmasını yansıtan her yerde yabancı olma hissi xenitis’tir. Üçüncüsü ise kişinin varoluşunun metaforik alacakaranlığına benzeyen bir kelime olan ‘çok geç saatlerde’ anlamına gelen argathini’dir. Bu kelimeler kaçınılmaz bir şekilde Angelopoulos sinemasının şiirsel özünü de ifade eder: Yunan köyünün ruhu, sürekli sürgün duygusu ve bir kültürün ölümü.
Angelopoulos, Eternity and a Day‘le imrenilen Palme d’Or’u aldığı 1998 Cannes Film Festivali’nde “Yavaş yavaş kariyerinin sonuna gelen bir nesle aitim” dedi. Bununla birlikte yönetmenliği bırakmış gibi konuşmasına rağmen 20. yüzyılın başlarında Odesa’da yaşayan iki kişinin kötü kaderini konu alan iddialı, büyük ölçekli romantik üçlemenin ilk bölümünü çekmeye başlayarak mesleğinde gayretle çalışmaya devam ediyor.. Yüzyılı kapsayan, uluslararası üç bölümlük destansı film, Angelopoulos’un gelişmekte olan devam eden çalışmalarının son bölümü, 2004’te tamamlanması planlanıyor.
2003 yılında Sens of Cinema dergisinde yazılan makaleden çevrilmiştir.