Tarantino’dan Bir Kış Westerni
Amerikan İç Savaşı, mavi elbiseli Konfederasyon askerleri, Union birlikleri, Stagecoach denen at arabaları, kaba bir aksanla İspanyolca konuşan kahya, “zenci” köle, Abraham Lincoln, kasaba, bir kanun insanı olarak şerif, başına ödül konulmuş kanun kaçakları, kelle avcıları… Western sevenlerin aşina olduğu bu unsurlar, bir yol filmi tadında, Quentin Tarantino’nın “8. filmi” The Hateful Eight’te karşımıza çıkıyor. Film, Django Unchained ne kadar western ise o kadar western. Daha çok Resorvior Dogs’ın western temalı 2016 versiyonu gibi. Üstelik yine Tarantino imzalı.
Çok western izledim ama sanırım hiçbirinde mevsim kış değildi. Filmin hikayesi Wyoming’de geçiyor. Büyük bir kar fırtınası yaklaşmaktadır ve kelle avcısı John Ruth (Kurt Russell) başına 10 bin Dolar ödül konmuş Daisy Domergue’yu (Jennifer Jason Leigh) Red Rock kasabasına götürmek üzere “stagecoach” ile yola koyulmuştur. Yol üzerinde karşılarına, yakalayıp öldürdüğü kanun kaçaklarını Red Rock’a götürmek isteyen meslektaş(!) Marquis Warren (Samuel L. Jackson) ve Red Rock’ın yeni şerifi olduğu iddiasındaki Chris Mannix (Walton Goggins) çıkar. Bir şekilde araca binmek için John Ruth’u ikna ederler ama fırtına öylesine kuvvetlidir ki yol üzerinde bir mola vermeleri (Minnie’s Haberdashery) gerekir. “Mini’nin yeri”nde ise işler planlandığı gibi gitmeyecektir. Siyah-beyaz, Kuzeyli-Güneyli, Amerikan-Meksikalı, kanun adamı-kanun kaçağı gibi birbirine zıt 8 silahlı ve tehlikeli şahsın klostrofobik bir mekandaki “fırtına”lı hikayesi o an izleyiciyi içine çekmeye başlar. O sır dolu bütün karakterlerin bol diyaloglu macerası 3 saat 7 dakikanın sonunda bir Tarantino filmi daha izlemenin hazzıyla sona erer.
Western demek biraz da silahşör demektir
10. filminin son filmi olacağını açıklayan fenomen bir yönetmenin 8. filmi, ille biriyle ya da bir filmle ilişkilendirilecekse Wild Bunch ve efsanevi yönetmeni Sam Peckinpah’dan söz edilebilir. Fazlasıyla cinsiyetçi dil, şiddet, kan, adam öldürme bağlamında Peckinpah’ın çizgisinde giden bir yönetmen olan Tarantino kendine özgü o malum tarzından (Inglourius Basterd’da kaç adamın öldüğü sayanlar olmuştu) yine ödün vermemiş. Bir yere bağlanmayan fazla diyaloglar ve her an birbirini vuracakmış vücut dilleriyle Tarantino’nun karakterleri fazlasıyla western. Belli ki çok da iyi silahşörler. Ama önemli bir eksikleri var.
Western demek biraz da silahşör demektir. Winchester 73’teki “en iyi silahşör kim?” kapışmasında James Stewart abimiz havaya attığı bir yüzüğün içinden kurşun geçiriyordu. Namı uçsuz bucaksız topraklara yayılmış, vahşi batının en iyi silahşörü Jimmy Ringo (Gregory Peck-The Gunfighter) silahını gerekmedikçe kullanmazdı. Vakur bir duruşu, iyi bir kalbi, sevgi dolu bakışları vardı ama Ben Wade (Glenn Ford-3:10 to Yuma) çok tehlikeliydi. Kasabanın “Kahraman Şerif”i (Gary Cooper-High Noon) en azılı haydutu alnından mıhlarken gözünü bile kırpmamıştı. Silahına mahir 7 tehlikeli adam (Magnificent Seven) anti-kahraman gibi anti-kahramandılar. En zekileri Henry Fonda (Ox-Bow Incident), en yakışıklıları Paul Newman’dı (Left Handed Gun) silahşörlerin. Kanun yoksa ve tepesinin tası atmışsa Josey Wales (Clint Eastwood) allahına kitabına sayar kurşunu basardı kötünün kafasına kafasına. Vera Cruz’un Burt Lanchester’ı, “İyi, Kötü, Çirkin”in Lee Van Cleef’i, Open Range’in Kevin Costner’ı, Nevada Smith’in Steve McQueen’i, Lonely Are the Brave’in Kirk Douglas’ı, Giant’ın Rock Hudson’ı, Viva Zapata’nın Marlon Brando’su ve elbette John Wayne… Hepsi sinemanın bu apayrı tarzıyla belleklerimize kazınmış karakterlerdi ama silahlı 8 Tarantino karakteri de bu anlamıyla kalıcılık sorunu olan karakterlerdi.
Bir söz, bir gülüş, bir vuruş, bir hareketle filmin önüne geçecek hiçbir western kahramanı çıkmıyor filmden. Bunun yerine Jennifer Jason Leigh’in gitar sahnesi kaldı aklımda. James Dean’in Rio Bravo’daki Cindy şarkısı ya da Butch Cassidy and The Sundance Kid’in Oscarlı şarkısı Raindrop Keeps Falling On My Head kadar güzel bir şarkıydı. Müzik demişken, filmin müzikleri Sergio Leone’nin kült Spaghetti Westernlerinin efsanevi müziklerine imza atan Ennio Morricone’ye ait.
Amerikan İç Savaşı ve Lincol’ün mektubu
Abraham Lincoln’in köleliğin kaldırılmak istemesi ve bu yöndeki politikaları Güney’in sert muhalefetiyle karşılaşmıştır. Ekonominin mahiyeti tarıma dayalıydı ve uzak seferlerden gemilerle getirilen köleler Güney’deki tarlalarda çalışıyordu. Serbest kalmaları demek işgücü kaybı hatta düzenin değişmesi anlamına geliyordu. Kuzey ise sanayiyi keşfetmişti. Bu da Amerika’yı bir İç Savaşa’a sürükledi. Yani kısaca böyle. Güney’in ordusu “Konfederasyon” ile Washington yönetimine bağlı eyaletlerin birliği yani “Union” çok kanlı bir savaşa girer. Sonuçta tarih “Lincoln köleliği kaldırdı” diye yazar. Tarantino, Django’da olduğu gibi bu filminde de bu konuyu işlemeyi sürdürmüş.
Marquis Warren Başkan Lincoln ile mektup arkadaşı olmuştur. Amerikan Başkanı ile mektuplaşan bir “zenci”! Üstelik kelle avcısı ve iyi de silah kullanıyor. Peki Lincoln gerçekten siyahi bir askere mektup yazmış mıydı? Tabi ki hayır. Cebinizde bir Lincoln mektubu taşıdığınız bilinirse, yolda kalmazsınız ve güvendesinizdir. Lincol’ün bazı komutanlara ve ölen askerlerin annelerine mektup yazdığı bilinir, bu filmlere de konu olmuştur. Zaten gerçek ya da değil bir önemi de yok kanımca. Tarantino’nun ikidir ırkçılığı, yabancı düşmanlığını (xenophobia) mesele etmesi daha önemli. Bilindiği gibi film yapım aşamasındayken senaryosu internet ortamına sızmıştı. Tarantino filmi çekmeyeceğini açıklamış ardından da “Beşinci Bölüm”ün değiştirildiği söylenmişti. İlk dört bölümde yapılan en önemli değişiklik Lincoln’ün mektubu olmuş.
Eski bir Konfederasyon General’i olan Sandy Smithers (Bruce Dern), Chris Mannix (Walton Goggins) ve Marquis Warren (Samuel L. Jackson) diyalogları pek çok politik mesaj içeriyor. Örneğin, savaş bitip kölelik kalksa da, Kuzey kazanıp Güney kaybetse de İç Savaş’ın izlerine rastlamak hala mümkündür. Ferguson isyanının hatırlattığı gibi, Başkanlık koltuğunda bir siyahi otursa da toplumun gerçekleri ve ırkçılık eğilimleri yer yer devam etmektedir. Barış, demokrasi, eşitlik gibi kavramların üzerindeki perde Tarantino’nun gerçekçi sinema diliyle biraz aralanınca “soğuk” gerçeklerle karşılaşırız. Sonuçta (filmden en çok alıntılanan sözler) “Siyahların güvende olduğu tek zaman, beyazların silahsız olduğu zamandır” ya da “Siyahlar ne zaman korkarsa beyazlar o zaman güvendedir.”