Soğuk Beyaz Bir Rahatsız: Lars von Trier

Berkay Akbudak

Bakın bu beyefendi 30 Nisan 1956’da Kophenag’da doğar. Danimarka Film Okulu’nu gayet güzel bitirip birkaç kısa film çekerek filmcilik mesleğine giriş yapar. Mezuniyetinin ilk senesinde ilk uzun metraj sinema filmini çekerek (Element Of Crime, 1984) birinci ligde rekabet etmeye başlar. Hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar olsun isterdik fakat Lars arkadaş bunu engelleyecek her türlü eylemde bulunarak, hakkında konuşulmamasını engellemiştir, bu yüzden biraz daha konuşacağız.

Hemen birinci ligde film koşturmaya başladı diyoruz çünkü “Avrupa” üçlemesinin ilk filmi olan Element Of Crime ile Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’ye aday olur, küçük ödül olan Teknik Ödül’ü (ne demekse) alır. (Altın Palmiye’yi tabii ki çok daha iyi bir sinema eseri olan Paris, Texas alır.) İlk filmiyle büyük beğeni ve takdir kazanır. En umursamaz gözüken sanatçı için dahi çok önemli kavramlardır bunlar, bunları umursamayan sanatçı yoktur.

Üçlemesinin ikinci filmi olan Epidemic (1987) ilki kadar beğenilmez, hatta bazı ortamlarda fiyasko diye tanımlanır. İlk filmin senaristi Niels Vorsel ile ortak yazdıkları bu senaryoda da ileride kendisinin imzasına dönüşecek içerik köşelerine dair adımlar atmaya devam eder. Lars von Trier, buradan çıktığı yolculuk boyunca insan ilişkilerindeki ahlak anlayışıyla, birey vicdanıyla, inançla, imanla, kutsal emirlerle sorunu olan, bunlar hakkında etkileyici, felsefi derinlikli, eğlenceden çok huzursuz bir kaşıntının zevkli hışırtısıyla izlediğimiz filmler çekmeye devam etti/ediyor.

Bu arkadaşın annesi, ölür ayak evladına babası bildiği adamın gerçek babası olmadığını söylemiş, Lars’ı köşe bucak biyolojik babasını aramak zorunda bırakmıştır. Lars bey, hamile karısını terk edip karısının bakıcısıyla birlikte yaşamaya başlaması gibi yalnız kendisini ilgilendirmesi gereken fakat filmlerinde ahlak dersleri vermeye kalkışması ya da ahlaksız bulduklarıyla hesaplaşmalara ve kavgalara girişmesinden sebep bizi de ilgilendiren, bu yüzden kendisini sanatının dışında da tartışma gibi hakkımız olmayan magazin seviyesinde bir alakaya itiyor. Lars von Trier, sayısız skandalla dolu dünya sinema gölünü tuzlu sularla besleyen bir damardır. Sonuçta kendisi pembe gözlü hezeyan pıtırcığı bir Avrupa çocuğudur.

Okulda kendisine lakap olarak takılan “von” adını (serde Almancılık da olduğu için) sonradan kalıcı olarak benimser, öyle soylu prens torunu, dük yeğeni falan değildir.

ABD’ye hiç ayak basmamış bu adamın en iyi filmlerinde biri olan Europa (1991)’yı izleyip kendisine yönetmesi için bir proje teklif eden Spielberg hazretlerini, senaryoyu okuduktan sonra reddetmiştir. Deli şey seni. (Bu arada proje ABD’deki kölelik dönemiyle ilgili bir hikayedir.)

1995 yılının mart ayında, kendisi gibi iyi (belki daha bile iyi) ama kendisi gibi yeterince ilginç olmayan yakın arkadaşı Thomas Vinterberg ile (başka meslektaş destekçileri de dahil olarak) yayınladıkları saçma sapan manifestoları Dogma 95’i bir kurammış gibi ortaya atarlar. Dogma 95 kısa özetle – ki uzun özetlemeye layık değildir – o döneme kadar genel kabul görmüş film çekme tekniklerine bir karşı duruş demektir. Yok efendim belirli bir yazılı senaryoya gerek yoktur, vay efendim filmimizi dopdoğal ışıkta çekelim, o da yetmez görüntü flu bile olsa öyle bırakalım bir daha dönüp temizini çekmeyelim aman hataysa hata, hatamızla filmimize devam edelim çünkü sinema hayatı belgeler, bu da gerçekle olur ve efendim gerçek estetize edilemez gibi bir takım dallama maddeler içeren bu düşük iq’lu manifestoyu yazmakla uğraşacaklarına birer film daha çekselermiş insanlığa da hayata da, gerçeğe de daha kaliteli hizmet ederlermiş. Neyse ki biraz daha büyüyünce bu seviyesiz tavırlarına son vermiş ve eli yüzü düzgün filmler çekmişler, başarıdan başarıya yürümüşlerdir (dikkat ettiyseniz koşmuşlardır demedim çünkü soğukkanlı yönetmenlerdir, sakin sakin sabırla ilerlemeyi iyi bilirler.).

Lars von hocanın film temaları acımak/acımasızlık, İncil ve onun anlattığı insanın kendini feda/kurban etmesi, fedakarlığın en ama en ağırını eden (hep ama hep) kadınlar, istismar edilen, cinsel, maddi ve manevi olarak sömürülen, kaba davranılan, nefret edilen, utanılan, tiksinilen, iğrenilen ve hep yanlış davranan, hep sapkın, hep çözümsüz sorunları olan, beceriksiz, zayıf, aciz, neredeyse geri zekalı, yaralı ruhlu, bulanık beyinli ve hep seksi, hep aç, hep çıplak kadınlar, kendine, eşine dostuna hatta öldürecek kadar çocuğuna zarar veren deli kadınlar, şeytan kadınlar, gelecek insan soyunu cennetten kovduran, diri diri toprağa gömülüp taşlanan kadınlardan oluşuyor.

“Film, ayakkabıdaki taş gibi sürekli batmalıdır.” diyen sayın von Trier hemen her inançsız sanatçı gibi kafayı dinle, kutsal kitapla bozmuştur. “Eğer tanrısal bir yaradılış varsa dünyayı şeytan yaratmıştır, bu halde olmamızın sebebi budur.” diyerek de kendisiyle yaman çelişmektedir, hemen her sanatçı gibi. Sonra da ekliyor ve diyor ki “hepimiz cehenneme gideceğiz çünkü cennet bir yalan.” Pardon beyefendi de 17 yaşında metalci liseli misiniz?

Melancholia (2011) filminin Cannes Film Festivali basın toplantısında biyolojik babasının Alman olmasından sebep kendisinin Nazi soyundan geldiğini belirterek “Hitler şüphesiz kötü bir adamdır, yaptıkları çok kötü şeylerdir ama onu savaşın sonunda, sığınağında tek başına, güçsüz ve çaresiz bir adam olarak düşününce ona sempati duyuyorum.”, demiş ve çok büyük tepki almıştır. Bizde üçüncü sınıf bir pavyonda bile şarkı söyleyemeyecek popstar hanımların birbirlerine sataşarak, birbirlerini namussuzluk vs. ile suçlayarak yarattıkları yerli skandallar gibi, o seviye ve kalitede fakat Cannes’da dünyanın en iyi filmcilerinden birinin ağzından çıkınca küresel bir olay olan bir skandal bu. Bu ve bunun gibi salak yaramazlıklar yapan biri nasıl olur da üstün bir sanatçı olur, tartışmaya açık. Kısacası akıllı olan sanatçı Nazi hayranlığını dile getirmeden yaşayıp gidendir.

(Şimdilik) son çektiği filme çalıştığı sırada (The House That Jack Build, 2018) aşırı “anksiyete” yaşamaktan ve sürekli ayık (içki ve uyuşturuculardan uzak) olduğundan sebep sıkıldığından ve bunun için çok yaşlı olduğundan bir daha film çekmemeye karar verdiğini açıklamıştır. Bakın bu Teoman sendromudur, geçer, çekersin, İnek Şaban’ın da dediği gibi, yaparsın anam, yaparsın yavrucum, yaparsın.

Yahudi bir aileden geldiği ve bundan rahatsız olduğu için “diğer taraftan” Alman olan köklerine vurgu yapmak niyetiyle ismine “von” eklediğini, ailesinin aslında inançsız olduğunu hatta İsrail karşıtı olduklarını, yani yanlış anlaşıldığı gibi anti-semitik değil anti-Zionist olduğunu tekrarlayıp durduğu bir basın toplantısında, Hitler ve Naziler hakkında düşüncelerini aptalca bir ifadeyle dile getirdiği için üzgün olduğunu çünkü o gün keyfinin çok yerinde olduğunu ve zihninin rahatlamış olduğunu ifade etmiştir, biz de bunun aslında kokain olduğunu ifade edelim. Aferin, yani diyor ki bundan sonra Naziler’i içimden sever günlüğüme yazarım. Misal aynı kokain dünyanın en büyük hümanistlerinden biri olan rahmetli David Bowie’ye de Nazi selamı çaktırmıştır. (Bknz. Google görseller.) Bu kokain denen falan filan şey sanatçının içindeki faşistin sesini yükseltir, Pablo Escobar yalamayı derhal bırakın.

Danimarka ve diğer İskandinav ülkelerin ne kadar Nazi, ne kadar anti-semitik, anti-İslamik, anti-bilmem ne oldukları ise birkaç cilt halinde tarihte yazılıdır.

Element Of Crime (1984)

Yeterince distopik, karanlık ve paranoyak hisler uyandırmış bir yıl olan 1984’e yakıştırmaya çalışır gibi, yakın bir gelecekte geçen Element Of Crime filminde, Avrupa’nın nasıl bir travma içinde olduğunu anlatmaya çalışır. İlk filmiyle daldığı popüler kültür ormanlarında elde balta daha çok ağaç kesecektir. Film, seri işlenen cinayetleri “alışılmadık” yöntemlerle çözmeye çalışan bir polis üzerinden anlatılır. Üç sene sonra üçlemenin ikinci filmi Epidemic’le karamsar ve paranoyak Avrupa panaroması çizmeyi sürdürür. Film, gerçekle hayalin karıştığı, her ikisinin de kontrolden çıktığı, senaryo yazmaya çalışan bir yönetmenle bir senaristin hikayesini anlatır. Bu iki kurmaca karakteri bizzat yönetmen/yazar Trier ve ortak senarist Niels Vorsel canlandırır. Yazmaya çalıştıkları film dünyayı saran ölümcül bir salgın (!!) ile alakalıdır ve senaryo üzerinde çalışırlarken gerçekten dünyada ölümcül bir salgın vardır. Var mıdır? Film midir yoksa bugünümüz müdür? Görüldüğü üzere sanat gerçekten öte gider.

Europa (1991)

1991’de üçlemenin son filmi Europa’yı çeken Trier bu sefer yakın ya da uzak, gelecekte değil gayet geçmişte, 2. Dünya Savaşı’nın hemen sonrası, 1945 senesinin Almanya’sında geçen bir hikaye anlatır. Filmde, yeni yapılandırmalar kapsamında bir tren istasyonunu idare etmesi için bir Amerikan’ın görevlendirilmesi ve siyasi, askeri, kim varsa arada hepsi tarafından adice kullanılmasını izleriz. Jüri Özel Ödülü dahil 3 özel ödül kazandığı Cannes Film Festivali kapanış töreninde Altın Palmiye vermedikleri için kalkıp jüriye orta parmak gösterip, sövüp salonu terk etmiştir. Ergenlik bu muhteşem filmin aşırı takdir görmesiyle aynı anda başlar, yönetmen bey o sırada 35 yaşındadır, Altın Palmiye’yi de Barton Fink alır.

1996 yılında dindar, aşırı muhafazakar, sadık, bir söyleneni iki etmeyen, hiçbir şeye itiraz etmeyip her şeye uyum sağlayan, dünyaya dair en ufak bir fikri olmayan, kısacası “olması gerektiği” gibi olan, kocası sakatlanıp “iş göremez” hale geldikten sonra değişen ve yaptıklarını kendisine tanrının (zorla) yaptırdığını düşünen bir taşra kadınının hikayesini izlettiği muhteşem Breaking The Waves filmi yayınlanır. Bu canlandırması çok zor kadını (kariyeri o zamana kadar tiyatro ile devam eden, oynadığı bu ilk filmde) büyük başarıyla canlandıran Emily Watson En İyi Kadın Oyuncu dalında Oscar adayı olur. (Ödül yine Coen abilere, Fargo ile Frances McDormand hanımefendiye gider.) Rolün ilk teklif edildiği Helena Bonham Carter, bu teklifi filmde çok fazla seks sahnesi olmasından sebep çıplak görünecek vücudunu beğenmediği gerekçesiyle kibarca reddeder. Oysa 3 sene sonra dublör ve dijital müdahaleler ile benzer sahneleri Fight Club’da oynar gibi yapar. Yani kıçımı beğenmedimden çok kıçım yemedi demek istemiştir.

Film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’ye aday olur, Jüri Büyük Ödülü’nü alır. (Palmiye, Mike Leigh’in Secrets And Lies filminin olur.)

Bu film, Trier’in Altın Kalp diye adlandıracağı yeni üçlemesinin ilk filmidir. Üçlemenin temel cümlesi vicdan, azap, sapkın cinsellik, ahlaki dayatma, inanç kökenli zorlama, maddi mecburiyetler gibi kavramların insanı sonunda deli edeceğidir. Basit ama aşırı derin bir tespit elbette.

Trier, yoğun sinema filmi çalışmaları arasında, ilk sezonu 1994, ikincisi 1997’de yayınlanan (toplam 8 bölüm), dünya çapında çok beğenilen, listelerde üst sıralarda yer alan, kendisinin karamsar ve yıkıcı tavrının iyi şekilde somutlaştığı The Kingdom dizisini hazırlar. Dizi, dünyanın en yüksek teknik donanımına sahip bir Danimarka hastanesinde yaşanan doğaüstü ve yeterince korkunç olaylar sonrası bütün çalışan doktor/bilim insanlarının bilime inançlarını sorguladığı bir hikayeyi anlatıyor. Yaklaşık 10 yıl sonra projeyi ele alıp Amerikan uyarlamasını sayın Stephen King’in yaptığı dizi bir süre daha esmeye devam eder.

Altın Kalp Üçlemesi’nin 2. filmi 1998’in The Idiots’ıolur. Dogma 95 manifestosu kapsamında bir uygulama filmi olan bu aptalca eser (adındaki itirafla içi boşalan bir suçlama), anlamsız, saçmalık, delilik olarak nitelense de Altın Palmiye adayı olur. Bu önemli ödülü ise aşırı yüksek sinema içeren ve Dogma 95 şımarıklığıyla alakası olmayan Eternity And A Day filmi alır. Olması gereken budur çünkü. Sinema tabularını yıkmaya çalışan Trier, bu tabulara imani bir sıkı sıkıyalıkla bağlı Agelopoulos’u aşamıyorsa dalgaları aşmaya devam edebilir.

The Idiots (1998)

The Idiots, Dogma 95’in çıkışı ve iddiası gibi normale, alışılmışa karşı çıkan, ezberlenmiş kalıplardan rahatsız olan Trier’in (dostu ve ortağı Thomas Vinterberg ile) bütün bu standartları tam tersine çevirmek gibi bir niyetle, bunu da gayet zeki ve eğitimli bir grup insanın bir geri zekalılar komünü kurması ve orada “normal” olan her şeyin dışında davranarak bir nevi sosyal yaşam manifestosu oluşturup hayat deneyi yapmaları üzerine yasaklanmış, sansürlenmiş ve tabii ki skandal yaratmış bir film. Tarih, bu filmin Cannes Film Festivali gösteriminde bir eleştirmenin ayağa kalkıp “Bu film boktur.”, diye bağırdığı için salondan atıldığını yazıyor. Eğer eser boksa asıl atılması gereken eserin kendisidir. Peki bir eserin ucubeliğine kim(ler), nasıl, neyle karar verebiliyor/verebilmeli? İşte bu film de örneğin daha sonra “ölmeden önce mutlaka izlemeniz gereken filmler” listesinin hepsine girmiştir, hadi buyur.

(Bu arada bir başka Dogma 95 filmi için The Idiots’la aynı sene çıkan, T. Vinterberg’in yönettiği, Trier’in de ortaklık ettiği Festen’e bakınız.)

2000 senesinde, Altın Kalp üçlemesinin son filmi Dancer In The Dark, yine sinema pazarında işleri karıştıran bir “ayakkabıdaki taş” olarak gösterime girer. Cannes’da (sonunda) Altın Palmiye alır, yanında bir de müzisyen (ama filmdeki herkesten iyi oynayan) Björk’e de En İyi Kadın Oyuncu ödülünü kazandırır. Sözleri Trier tarafından yazılan Björk bestesi film şarkısı da (I’ve Seen It All) kendi dalında Oscar’a aday gösterilir.

Dancer in the Dark (2000)

Büyük başarı elde eden filmin konusu ise alt sınıf, işçi, göçmen bir annenin, kendinde çok ilerlemiş genetik bir hastalık oğlunda da aynı sonuca varmasın diye onu tedavi ettirebilmek için ABD’ye göçme hayali ile fabrika işçiliği yanında ne iş olsa yaparak oğlunun ameliyat parasını biriktirmeye çalışmasıdır. Çirkinlikler, ahlaksızlıklar, adiliklerle dolu bir mücadele yolu da denebilir.

İzlandalı bir şarkıcı olan Björk, bir Danimarka filminde Çekoslovak birini canlandırarak sanatçının nasıl da menzilini genişletip sesini her dilde nasıl da güzel duyurabileceğini göstermiştir. Her benzer mevzuda olduğu gibi darısı memleketim sanatçılarının başına diyelim.

Dancer in the Dark (2000)

Ne mutlu ki Dogma gibi bir saçmalığı terk etmiş olan Trier, kadrosunda Björk’ün dışında Catherine Deneuve (bir Fransız), David Morse (bir Amerikan), Peter Stormare (bir İsveçli), Udo Kier (bir Alman) barındıran bu filmle artık eskimiş, yaşlanmış bir tür olan müzikali de post modern bir hücumla yeniden gündeme getiriyor. Ayrıca ABD’de geçen film tamamen İsveç’de çekilmiştir, hadi buyur. Sefalet, zavallılık, fakirlik, sömürülmek, sağlık, gıda, eğitim hakkının gasp edilişi dünyanın her yerinde kesilip atılması gereken bir kangrendir, uzaktan seyredilecek mevzular olamaz.

Sanatçı iddialıdır, olmalıdır, iddiasının altını dolduran sanatçı kusursuzdur, ölümsüzlükte tanrıya yaklaşır, yaklaşmalıdır.

2003, Dogville, Trier’in bıraktığını sandığımız Dogmacılık şımarıklığının dibi bir film. Tavırsa tavır, yapı yıkmaksa yapı yıkmak, sinemacının tanrıcılık oynamasının en büyük örneklerinden biri. Adeta yönetmen ol demiş olmuştur. Gus van Sant’ın biçim harikası Elephant filminin Altın Palmiye’yi, Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak’ının Jüri Büyük Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu Ödülü’nü aldığı sene yarışan Dogville, Nicole Kidman gibi modern sanat harikası birinin yanında antik bir harika olan Lauren Bacall ve James Caan’dan Ben Gazzara’ya, Harriet Andersson’a kadar, yetmezmiş gibi anlatıcı olarak da John Hurt gibi üstadlar geçidi bir filmdir.

Dogville (2003)

Sırlarla dolu bir kadın, dağlık bir madenci köyüne gelir, hayati tehlikesi olduğunu düşünen köy halkı bu hanımı bağrına basar, korur kollar. Aynı halk meğerse başına ödül konduğunu öğrendikleri ve hali hazırda kendisine yapılan iyilikler karşılığında her işte bedava çalışan kadından daha fazla yararlanmak için iyiliklerinin “samimiyetini” artırırlar. Fakat insanlar İsa peygamber değildir, döneceği bir diğer yanağı yoktur. Trier, her filminde olduğu gibi insanların ancak ve ancak bir çıkarı varsa, beklentisi karşılanacaksa birine yardımda bulunduğuna ve karşılığını aldıktan sonra da artık hiçbir şey yapmasına gerek kalmadığını düşünerek hakkı olduğuna inandığı “daha fazla”yı almaya giden yolda en ağır suça kadar (açık etmeyelim varın izleyin) işleyecek adilikte olduğuna olan inancının bıçağını bu filmde daha derine saplar.

Nicole Kidman’ın, İsveç’te bulunan sete Meksikalı şefler getirtip şampanya ve havyarla zaman geçirilerek çekilen bu film Trier’in “Fırsatlar Ülkesi ABD” adlı bir diğer üçlemesinin ilk filmidir. Film, “aşırı” derin psikolojik ve felsefi mevzularının yanında aşırı minimal görselliği ile sinemada duvar yıkıcı halleriyle kendini iyice zorlayan Lars von Trier’in büyük zevk ve marifetle kotardığı kaliteli bir üründür. Tamamı dört köşe, koca bir stüdyoda çekilen filmde dekor yoktur, yani görünen bir dekor yoktur. Yönetmen, duvarları bu sefer gerçekten yıkmıştır. Evleri, odaları, sokakları, taş ocağını hatta köpeği bile (evet köpek) zemine tebeşirle çizip üzerine ne olduklarını yazarak ol derim olur adlı tanrıcılık oyununu en iyi şekilde oynar. Alışılmadığın, beklenmediğin ustası sanatçı yine güzel bir imza atmıştır dünya sinemasına.

Manderlay (2005)

2005’de üçlemenin ikinci filmi Manderlay gelir. Trier, pamuk tarlalarında çalıştırılan köleleri ve toprak sahibi Amerikan ağaları işlediği filmiyle antiAmerikan davasını canlı tutar. Öyle canlı tutar ki Dogville’deki rolünü tekrar oynaması için görüştüğü James Caan “Trier bir Amerikan düşmanı, ben ise gerçek bir Amerikan’ım.” diye sıvayarak teklifi reddetmiştir.

Tamamlanmamış bu değerli üçlemenin henüz çekilmemiş son filmi Washington’dur, merakla bekliyoruz.

Manderlay’le aynı sene kimliği belirsiz bir Amerikan kasabasında geçen, silahlar, suç ve gençlik üzerine yazıp kankası Vinterberg’e verdiği Dear Wendy senaryosundan sonra sanatçımız 2006’da, bir bilgisayarın kaydedilmiş görüntülerden rastgele seçerek kurgusunu yaptığı deneysel bir reji ile oluşturulan ve bunun dışında başka bir özelliği de olmayan The Boss Of It All filmini yapar, bir süre demlendikten sonra da Tarkovsky’e adadığı, üstün, rahatsız edicilikte muhteşem Antichrist’ı (2009) çeker.

Başlarına büyük ve çok kötü bir olay gelen karı koca bu durumu toparlayabilmek, iyileşebilmek için orman evlerine inzivaya çekilir. İyiye gideceğinden emin oldukları bu planlı hayatları (Trier’e göre) ne olursa olsun her durumda ve her zaman hep kötüye gidecektir. Willem Dafoe ve Charlotte Gainsbourg’un karı kocayı muhteşem oynadığı film belki de oyuncularına izleyiciye geldiğinden daha zor gelen bir filmdir. Altından kalkması (bence) çok zor olan bu rolle Charlotte Gainsbourg, Cannes’da güzel bir En İyi Kadın Oyuncu palmiyesi alır. Filmin kendisi ise aynı yarışmada denk geldiği Haneke’nin The White Ribbon filmine kurban gider.

Tam iki ay hastanede yatıp depresyon tedavisi gören yönetmenimiz hastaneden çıkıp bu filmin setine girerek adını “Depresyon Üçlemesi” koyduğu yeni seriye başlar. Kendisinin şiddetle reddettiği kadın düşmanlığı suçlaması bu filmle (tabii ki aleyhine) kalabalık bir destek bulur. Kadın düşmanı denen bu adam, serinin ikinci filmi Melancholia (2011) ile yine başrol kadın oyuncusuna (Kirsten Dunst) Palmiye kazandırır.

Düğününün olduğu geceyi kendi ve misafirlerin akıl/ruh sağlığıyla uğraşarak geçirmeye çalışan bir kadın (gelin) ve diğer yandan yok etmek üzere dünyaya yaklaşmakta olan mavi bir gezegen yüzünden sonlarını bekleyen insanlar, işte filmin içeriği bu. Dünya kendi kendini yok edecek ve biz hepimiz öleceğiz diye intihar mektubu gibi bir Trier filmi. Babanın cephesinden mutlu haber yok.

(Nazi mevzusu Melancholia’nın basın toplantısında bir gazetecinin filmde Wagner’in müziğini

kullanması hakkında yönetmene sorduğu soruya aldığı cevap üzerine patlamıştır.)

2013’de, bunalım üçlemesinin son filmi, yönetmenin uzun metrajı yanlış anlayıp dört (4) saat uzunluğunda kurguladığı, bu sebeple ortadan ikiye bölüp iki film olarak piyasaya sürdüğü Nymphomaniac olur. Bu kusursuz çalışılmış bomboş film, Avrupalı, beyaz, sosyal güvencesi dünyanın %92’sine göre çok daha iyi, kişi başına düşen gelir dağılımı dünyanın geri kalanının %98’inden daha bonkör, hastalıklara bağlı çocuk ölümlerinin en altta olduğu, kadına şiddet konusunda en azından memleketime kıyasla daha iyi durumda olan ülke vatandaşı pembe gözlü bir yönetmen filmidir.

Üçlemenin diğer ikisinde zorlayıcı rollerde oynayan Charlotte’un yeterince zorlanmadığını düşünen yönetmen oyuncusuna, yolda baygın yatarken kendisini bulup evine alan yaşlıya yakın bir adama ta ilk gençliğinden başlayarak tüm cinsel tecrübelerini tek tek sıralayarak tedavi edilemez bir nemfomanyak olduğunu itiraf eden, iddialı bir geçmiş olduğu için de anca dört saate sığan hikayesini anlattırır film boyunca. “Üst” sınıf ve ırktan olan Avrupa insanının aşırı iki yüzlü ahlakçılığı üzerine cilt cilt kitap olabilecek felsefi serimi, yine de insaf ederek bu dört saate sığdırmıştır bizim depresyon reis.

Film, içerisinde bol bol cinsel ilişki sahnesi ve eser miktarda (her iki cinse ait) cinsel organ görüntülerine sahip olduğu için, bunları hayatında hiç görmemiş insanların yaşadığı memleketimde yasaklanmıştır.

Nazi miydi yok neydi derken Cannes Film Festivali’nin yakışıklı ve seksi kıyılarında gezinmesi bir süre zor gözüküyor diye dedikodusu yapılan Trier, şimdilik son filmi The House That Jack Built (2018) ile oramızı buramızı çimdikleyip sinsice arkamızdan gelip milletin içinde pantolonlarımızı indirmeye devam ediyor. Filmin ilk gösterimi ise bazı seyircilerin protestolarla salonu terk ettiği Cannes Film Festivali’nde yapılıyor, hadi buyur

Her birini sanat eseri gibi tasarlayıp cinayetler işleyen, kendine hayran, 1970’ler ABD’sinde yaşayan, obsesif kompülsif bir seri katilin arada İlahi Komedya gezilerine çıktığı bir film.  Yani yüzeyde sıradan bir seri katil kronolojisi gösterilirken derinde (cehennem kadar derinde) Dante’nin mağaraları ve labirentlerinde aklı temsil eden Vergilius’un rehberliğinde turistik bir gezi izleriz.

Lars von Trier’e göre insanlar, gelmiş, geçmiş ve gelecek olanlar, cehennemlik yaratıklardır. Eksiksiz bütün filmleri bu büyük resim üzerinden yaratılmıştır. Nasıl güzel bir kafayı bozmaksa artık adam harika bir sanatçı olup çıkmış.

Acaba imanı güçlü bir Hristiyan olan Dante bey, hocaların hocası koca Vergilius’un İsa peygamberi tanımayan bir pagan olmasından dolayı cennete girememe ihtimali üzerinde düşünüyor muydu? Hocanın, İsa peygamber doğmadan yıllar önce ölmüş olmasının ne önemi var, onu da Lars düşünsün, bize ne biz tanrı mıyız?

What's your reaction?