Senden Bir Tane Daha Yok: Bruce Dickinson İstanbul’daydı
Boğaç Gökmen
Nasıl anlatsam, nereden başlasam? Kırk yılı aşkın zamandır hayatımıza temas eden koca bir müzik emekçisi hakkında kelam etmek mühim mevzu.
Esasen kırk yıl bireysel bir yaklaşım oysa konunun kökleri 70lerin sonlarına dek uzanıyor Bay Bruce Dickinson için. İlk grubu Samson’dan, dönemin dikkatleri üzerine çekerek şahlanmış, İngiliz heavy metalinin yeni dalgası kıyılara vururken emin adımlarla ilerleyen Iron Maiden’ın mikrofon başına geçmesi bir müzik türünün gidişatında da etkili role sahip oluyor şüphesiz.
13 – 14 yaşıma gidiyor 80’lerin tam orta yerinde Erdek’te, tost makinası misali bir cihazla baskı yapılan tişörtçüden üzerime geçirdiğim beyaz Powerslave tişörtü beliriyor gözlerimin önünde. Kısa zamanda harfleri boyun eğse de bir grup ve müzik türüyle sıkı bağlar kurmam bakımından sembolik bir önem taşıyor o tişört. Ve gelelim gelmiş geçmiş en mühim konser albümlerinden Live After Death ile yolların kesişmesine. Çift kaset olarak yayımlanan albümü almaya yetmeyen harçlık meselesini kardeşimi ikna ederek ve anne babadan bize ayrılan payın tamamının hatta bir miktar da fazlasının bu operasyona ayrılmasını sağlayarak alabilmek de bu bireysel yolculukta bir kilometre taşı olacaktı.
Döndüre döndüre dinlenilen albüm bünyede incelikli değişimler yaratırken işin boyutu görsele taşınacak mahallemizin video kiralama dükkânı, Plaj Yolu’ndaki Alkım Video’dan betamax kasete kaydettirilen Live After Death konseri her fırsatta izlenir hale gelecekti.
Neyse buraya kadar daha çok kişisel ilerledik ancak bu seyrüsefer sırasında ve ilerleyen süreçte Bruce Dickinson muhteşem Iron Maiden albümlerinin yanına bireysel bir kariyer inşa etmeyi ihmal etmiyordu. Ama ne albümler…
Bruce Dickinson İstanbul konseri duyurulduğundan itibaren zihinde beliren bu nevi birçok görüntü ve anı, şarkılarla el ele verip bu geçen süreyi geçirmemizi sağlıyordu elbet. Bruce Dickinson ile buluşmanın yeri bambaşka öneme sahipti birçok nedenle. Hani moralim bozuk olduğunda, tüm o bitmek bilmez sahne enerjisini düşünüp düzlüğe çıkmamı sağlayan insanlardan biri olması mı? Pozisyonunun en üst mertebelerinden bize seslemesine karşın o klas mütevazı duruşu ile birlikte bir mesleğe saygı ve iş ahlakı destanı yazması mı? Kişilik özellikleri ve entelektüel birikimi ile örnek alınacak yönleri mi?
Tüm bunlar ve daha fazlasının ışığında ben de sevdiğim Iron Maiden tişörtlerimden birini üzerime geçirip konser günü Maçka, Küçükçiftlik Park konumuna doğru yola düşenlerdendim. Tişört Maiden olsa da Bay Bruce Dickinson’ın solo kariyerine bir saygı duruşu, yeni albüm ‘The Mandrake Project’ turnesinin özel bir parçası olacaktı bu konser. Yüzdeyüz Metal katkıları, Vera Müzik ve URU organizasyonuyla düzenlenen konserin biletleri de çıktığı günden itibaren büyük ilgi görmüştü doğal olarak.
İstanbul’un efsanevi sıcak günlerini yaşadığı bir 19 Temmuz günü mekânın önü ve etrafı daha erken saatlerden çoğunluğu siyah tişörtlü metal tutkunu tarafından ele geçirilmiş durumdaydı. Şehir dışından gelenler, özellikle de Ankara tayfası da ağır basıyordu bu tutkulu kalabalık içinde. Artık anne baba olan yaşıtımız metal kafalar çocuklarıyla da gelmişti. Bu özel anları onlarla da paylaşıp bu tutkuyu elden ele taşımak işin tabiatında var doğrusu.
İlk önce ön grup Malt alanı dolduranları hareketlendiriyor. Vokal Cenk Durmazel, gitarda Barış Ertunç, bas gitarda Cenk Turanlı ve davulda Burak Gürpınar, grubun dillere dolanmış şarkılarını söylerken, geçen zaman içinde marş niteliği kazanmış şarkılar izleyicilerden de sıkı bir karşılık alıyordu.
Sahne Bruce Dickinson için hazırlanırken davul setinin üzerinin son ana kadar örtülü olması sanırım havadaki nem oranının yüksekliğinin kanıtı oluyordu. Her şey bir yana az sonra izlenecek performansın heyecanı ışıkların sönüp intronun başlamasıyla zirve yapıyordu.
Sahnenin ortasına atlayıveriyor Bruce Dickinson, kırk yılı aşkın zamandır yaptığı gibi zıpkın gibi fırlıyor. ‘Accident of Birth’, pek sevilen aynı adlı albümün isim şarkısı ile açıyor perdeyi.
Birkaç hafta sonra 65 yaşını bitirecek Bruce Dickinson’a gitarda Philip Näslund ve Chris Declercq davulda Dave Moreno, bas gitarda Tanya O’Callaghan ve klavyede Mistheria’dan oluşan The House Band Of Hell ekibi eşlik ediyor.
Bir ustaya saygılar sunmanın yanında hayli duygusal tarafı da var konserin, alanı dolduran herkesin bakışlarından zihinlerde yukarıda bahsettiğim tür bir anılar geçidi yaşandığı fark ediliyor. ‘Abduction’, ‘Laughing in the Hiding Bush’ ve ‘Jerusalem’ geliyor ki daha en baştan dört eski albüme birden dokunmuş oluyoruz. Bruce’un ‘Jerusalem’in başında yaptığı sunum onun kendine has hikâye anlatıcılığının en güzel örneklerinden oluyor ve konser süresince bizi bu anlatıcılıktan mahrum bırakmayacağının da müjdecisi. Yeni albümden paylaşılan ilk single ‘Afterglow of Ragnarok’ da konserin en beklenen şarkılarından ve güçlü girişiyle birlikte artık sahneye iyice ağırlığını koyan ekibin olabildiğince bütünleştiği anları da taşıyor gözlerimize.
Bruce Dickinson’ın yüksek perdelere vuran sesi ve şarkıcılık hünerlerini hayranlıkla izlerken, dillere destan enerjisi her an vites yükseltiyor, alanın en arkasına kadar dokunan hitap şekli de o en efsane Iron Maiden konser görüntülerini getiriyor akıllara. ‘Chemical Wedding’ ve ardından konserin tartışmasız en beklenen şarkısı ‘Tears of the Dragon’ coşkuyu katlıyor. Akustik gitar arpejiyle birlikte şarkıya eşlik etmeyen yok. “For too long now / There were secrets in my mind”, Bruce’un gözlerindeki pırıltı ve tebessüm seyircinin heyecanının kendisine nasıl geçtiğinin göstergesi. “The tears of the dragon / For you and for me” diye haykırmayan yok gibi ve tabii gözlerde birkaç damla yaş eşlik ediyor bu dizelere.
Büyük beğeni toplayan yeni albümün enfes iki şarkısı ‘Resurrection Men’ ve ‘Rain on the Graves’ duygusal aktarımı da üst seviyeye çıkartıyor. Bazen hangimiz düşünmüyordur ki Maiden albümlerinde keşke daha fazla Dickinson bestesine yer verilse diye. İşte yeni albüm tam da yılların bu “keşke”sini en sıkı destekleyen şarkılarla dolu ve onlardan üçü İstanbul sahnesinden ulaşıyor kulaklarımıza.
Birçok farklı konuda olduğu gibi izleyiciyle iletişim konusunda da doktora sahibi olan Bruce Dickinson, şarkıların hikayelerine girip herkesi avucuna aldığı giriş konuşmalarıyla birlikte ‘The Alchemist’, ‘Darkside of Aquarius’ ve havalara zıplanan ‘Road to Hell’ ile birlikte tanıdık tanımadık kiminle göz göze gelsem sanki o bakışların altında şu cümleyi duyuyorum “bu adamdan bir tane daha yok arkadaş.”
Grup da gayet formunda, iki gitarist iş bölümünü hakkıyla paylaşıp sololar havada uçuşurken, işinin ehli basçı Tanya O’Callaghan dikkat çekici uzun sarı saçlarını savurup sahnede süzülürken bizi bizden alıyor. Davulcu Dave Moreno setin arkasında güven verirken, klavyeci Mistheria’da bir ora da bir burada sahneyi arşınlıyor. Konserde yakalanan ses kalitesi de dikkatlerden kaçmayan önemli detaylardan.
Ara sıra davulun yanına gidip oturup yüzünü sildikten sonra aynı enerjiyle yeniden öne fırlayan Bruce Dickinson, kollarının havada çizdiği dairelerle izleyiciyi hipnotize eden vücut dili, sağa sola sataşan tavırları, her defasında gitaristlere bulaşması, zaman zaman yaptığı espriler ve yüzündeki hınzır ifadesiyle sahnede bir Joker havası estiriyor. Onu milyonlarca metal tutkununun gönlünde Bruce Dickinson yapan her şey eksiksiz gözlerimiz önünde. Zaman zaman perküsyon setinin başına geçiyor, bagetleri haç yaparak şeytanları kovuyor ve bir de theremin çalıyor ki bu gözler buna da şahit oluyor.
Çok da uzatılmayan bir kısacık ara sonrası ‘Navigate the Seas of the Sun’ akustik gitarın savurduğu rüzgârla tüm alanı etkisine alıyor. Şarkı öncesi, birkaç kez daha vurguladığı dolunay evresine yaklaşmış ay tüm konserin rotası boyunca bu yolculuğa eşlik ediyor, sahneyi ve Bruce Dickinson’ı selamlıyor. Bu arada artık pek istemesek de sona yaklaşılıyor ve bu kapanış görevi için seçilmiş ‘Book of Thel’ ve ‘The Tower’ zirvede vedalaşmak, tüm bu yaşananların tadını damakta bırakmak için nefis iki şarkı olarak Küçükçiftlik Park semalarından yükselip önce parlayan aya oradan da karanlık gecenin derinliklerine uzanıyor.
Evet vedalaşmak zor. Konser boyunca kafasına taktığı bereyi nihayet çıkartıp havada sallıyor, kendine fırlatılan Türk bayrağını açıp sonra omuzuna koyuyor, ardından tüm sahneyi sağa sola giderek selamlıyor üstat. Kimse de ayrılmak istemiyor alandan, sahne önünde kümelenenler ellerini uzatarak minnettarlıklarını sunuyor biraz arkada olanlar da bu veda anlarını yerlerine mıhlanmış şekilde izliyor. Az önce yaşananları sindirmek lazım tabii.
En nihayet alandan çıkmak gerektiğinde, “bu nasıl bir performanstı, nesli tükenmemesi gerekenlerden, bu nasıl bir enerji, bu nasıl bir adam” cümleleri sohbetlerin ortak paydalarında buluşuyor.
Herkes memnun, saygılar sunuluyor karşılıklı minnet akışı sağlanıyor ve zihnimde dönen şu cümle ile kapıya yöneliyorum “Senden bir tane daha yok”. Saygılar bizden Bay Bruce Dickinson.
ROTKA TV YAYINLARINI YOUTUBE ÜZERİNDEN İZLEYEBİLİRSİNİZ
Fotoğraflar: Cüneyt Özer (@cumendes)