Mabude Tümerkan Hindistan Gezisini Anlatıyor ‘’Incredible India’’ 3. Bölüm

Hindistan’da her olay ritüel bir tören ile kutlanıyor. 365 günde 330 bayram kutluyorlar. 33 milyon tanrıları var.

Aşramlarda kim olduğun, dinin sorulmaksızın misafir olabiliyorsun ve yemek yiyebiliyorsun. İnsan olman yeterli yani. Güler yüzle ağırlanıyorsunuz. Sadece bu bile saygımı bin kat arttırıyor. Kutlamaları öyle neşe ve birliktelik ile yapıyorlar ki, biri elinizden tutup, sizi aralarına hemen dâhil ediyor. Göz göze geldiğin herkes gülümseyerek, ellerini göğsünde birleştirip, sizi selamlıyor.

’’Namaste’’ dostluk köprüsü için ilk sihirli kelime. ‘’Merhaba’’ yani. Sonrası zaten kendiliğinden geliyor. Gülümsemek her kapıyı sular, seller gibi açıyor. Gönlünün anahtarı gülümsemek bu ülkede.

Dharamsala’ya yolculuk için iç hatlara vardığımızda küçük ama düzenli bir havaalanı buldum. Bir saatlik uçak yolculuğu yapacaktık. Karayolu cidden yoruyor Hindistan’da. Hızlı ve kuralsız şoför amcalar sağ olsun.

Güvenlik kontrolünde kadınların tek tek bir bölümde üzerleri cihazla taranıyor. Perdeli bir kabine alıyorlar. İlk defa böyle bir aramayla karşılaştım. Yani x-rayden geçerken ötersin anlarım da, alarm ötmeden kabine alınıp ilk defa aranıyorum… Sıra bana geldiğinde perdeyi açan görevlinin güler yüzle beni davet etmesi beni rahatlattı doğrusu. Bir de baktım ki elinde elektronik tarama cihazı ama yerel Hint kostümlü, uzun rengârenk şalı olan nefis bir elbisesi var. Gayet kibar, sohbet ederek, elindeki x-ray cihazı ile üzerim arandı. Ne kadar güzel göründüğümü söylemesi ile kahkahama engel olamadım. İlk defa böyle bir güvenlik kontrolünden geçiyorum. Gerçekten ‘incredible India.’ Asık suratlı görevlilere alışık ülkem insanı.

Himalaya suyu ile ilk karşılaşmam havaalanında oldu. Himalaya adı geçen her şey benim için kutsal Starbucks satıyor. Biraz pahalı diğer sulara göre. Bizim paramız ile 5 TL. Ama içimine doyum olmuyor. Dönerken Delhi havaalanından bir şişe de kızıma aldım. Havasını getiremediğim Hindistan’ın suyunu götüreyim diye. Dönüşte sırt çantamın yan cebine sıkıştırılmış bir şişe daha buldum, Duygu can bana sürpriz yapmış, kızım için çantama sıkıştırıvermiş ben fark etmeden J Benim için son derece hoş bir sürprizdi. Çok değerliydi.

Ufak bir uçak ile Dharamsala’ya uçuyoruz. Adeta özel uçağımız gibi. Vay dedim, konforlu uçuş. Grup olarak fotoğrafımızı, makinemi uzattığım bir İspanyol yolcu çekti. Tek başına yola çıkmış. Hindistan’a ilk gelişi imiş. Bize; nerede kalacağımıza kadar sordu. Sanırım kafasında bir plan yoktu. Rüzgâr nereye götürürse… Bu yolculukların en güzel yanı bu. Herkesle iletişime geçiyorsun ve bol bilgi depoluyorsun. Grup olarak enerjimiz çok yüksek olduğundan, her girdiğimiz ortamda bir şekilde dikkat çekiyoruz sanırım ki, meraklı gözlerle izleniyoruz. Nereli olduğumuzdan, nereye gideceğimize kadar bir dolu soru ile karşılaşıyorduk. Yoga kampı için yola çıktığımızı duyduklarında ise herkesin yüzünde harika bir gülümseme ve takdir ifadesi görüyorduk ve bu bizi inanılmaz motive ediyordu. Delhi havaalanında üzerimdeki şalvar tulumu nereden aldığımı soran turiste, Türkiye dediğimde yüzündeki şaşkınlık beni çok mutlu etmişti. Renkli şalvarların ana vatanında, Türk şalvarı dikkatleri üzerine çekmişti. Yaşasın Türk kültürü.

Uçak kalkışa hazırlanırken, anons ile mobil telefonlarımızın kapatılması istendi. Yanımda oturan yolcu ısrarla mesaj yazıyor. Benim bakışlarımdan tedirgin olduğumu hissetti ki, özür diledi ve telefonunu kapattı. Ve hemen benimle sohbete başladı. Son derece kibar ve saygılı idi. Rütbeli bir askermiş. Yol boyu sohbet ettik. Çok şaşırttı beni, Türkiye ile ilgili son aylardaki tüm politik gelişmeleri biliyordu. Yolculuğun sonunda Hindistan topraklarında karşılaştığımız bir sorun olursa kendisini aramamız için bana telefon numarasını verdi. Neyse ki, ihtiyacımız olmadı. Ama iyi bir dost kazandım. Facebook arkadaşım oldu, ara ara hatırımı soruyor. Böyle yolculuklar international dostluklar kazandırıyor ve bu kültür zenginliğimizi arttırıyor.

Güneşli bir gündü uçağa bindiğimizde. Bir saat sonra uçaktan indiğimizde havanın yavaştan grileştiğini gördüm. Ufukta Himalaya dağlarının silueti ve serinliği kendini hissettirmişti. Dharamsala Tibet’lilerin yerleştiği bir yer. Tibet kültürünün en yoğun hissedildiği yer. Çin’in 1959 da Tibet’i işgaliyle, 14.Dalai Lama, halkıyla ülkeyi terk etmek zorunda kalmış. Hindistan Dalai Lama’yı ve halkını ülkeye davet etmiş. Onlara yerleşme ve çalışma izni vermiş. Ancak mülk edinmelerine izin vermiyormuş. Misafirler. Bu sebeple ülkenin bu bölümü küçük Tibet’i andırıyor. Dharamsala’nın girişinde bizi yeşil çay bahçeleri karşıladı. Uçsuz bucaksız yeşillikler. Yaylı yatak gibiler. Kendimi üzerine attığımda asla çökmediler ve beni yukarıda tuttular.

Otelimize muson yağmurları ile girdik. Şiddetli yağış, sıcak hava, nem ve arada gülümseyen güneş. Hava durumu bize yağışı vermişti zaten.

 

 

Otelimize girerken sıkı sıkı tembihlendik. Pencereler açık bırakılırsa maymunlar odaya girip, talan edebilirlermiş. Bu bana açık söylemeliyim ki çok eğlenceli bile geldi. Ne zaman ki pergolalardan restoran terasında kahvaltı yapan konukların üzerine atladılar, işte o gün anladım ne kadar tehlikeli olduklarını. Maymunlar burada doğal dekor gibiler. Balkonlarda, çatılarda, yolda duvarlarda, ağaçlarda… Her yerdeler. Çoğunun kucağında bebekleri de var. Ama buldukları yiyecekleri yavrularına asla vermiyorlar. Sebebini bilmiyorum ama süt verdikleri için diye düşündüm. Köpekler maymun yavrularını öldürüyor. Yalnız yakalarsa. Maymunlar da kedileri. Doğal döngü bu şekilde. Odalar çok temiz ama lüks aramayın. Banyolarda da.

Muson yağmurları ile ilk kez tanışıyorum, hava çivi gibi oldu birden. Yağmura rağmen, paçalarımı baldırlarıma dek kıvırarak, yağmurluğumu giydim ve attım kendimi dışarı. Her yerde Tibetlileri kendilerine özgü ürünlerini sattıkları dükkânlar var. Yollarda monklar ile selamlaşıyorum. Bordo elbiseleri ile hemen fark ediliyorlar.

Dharamsala küçük bir Tibet köyü gibi. O rengârenk Hindistan’dan burada eser yok. İnsanlar daha ciddi ama saygılı. Tibetli esnaftan alış veriş yaparken, Hintlilerin aksine pazarlık yapamıyorsunuz. İndirim istediğinizde suratları asılıyor ve hakaret kabul ediyorlar. Al ya da alma. Fazla umursamıyorlar. Ama çok nazikler. Hepsi İngilizce bildiğinden anlaşmak da kolay. Tibet bereleri, şalları, battaniyeleri çok ucuz. Ama daha sonra Rishikesh’de aynı battaniyeleri daha da ucuza görünce biraz burkuldum, yalan yok! Himalaya kozmetik ürünleri ve vitaminleri bu köyde resmen 3 kuruş. İnsanın valiz ticareti yapası geliyor J

Ucuz ve iyi olan başka bir şey daha var. Tibet masajı. Bizim paramızla saati 30 TL. Hayatımda ilk defa masaj yaptırdım. Sırf merakımdan. Yani benlik bir keyif değil kabul ediyorum. Ama meraklısı için buralara gelip de masaj yaptırmadan geri dönülmüyor anladım. En çok da Himalaya yağları ile yağlı kalınca bu işin benlik olmadığına iyice karar verdim, ama iş işten çoktan geçmişti. Sabah erkenden Yogi Surinder Sharma bizi bekliyordu. Hep birlikte nefis Himalaya dağları manzaralı terasında yoga yapacaktık. Sağanak artınca otelin terasına toplandık. Hava kararmıştı. Olmazsa olmaz ballı zencefil çayı bizi ısıtan harika bir içecek oldu. Ben ki Türk kahvesinden başka bir şey içmezdim, zencefilli çay canavarı oldum burada. Zencefili parmak parmak doğrayıp kaynar suda 10 dk. Kadar demliyorlar. Limon dilimi ve bal ve poşet yeşil ya da siyah çay ile servis yapılıyor. Ben daha böyle bir zencefil lezzeti tatmadım desem yalan olmaz. Lobi ve teras dünyanın her yerinden gelmiş turistlerle dolu.

Çayımı alıp odama çıktım. Balkonum Himalayalara bakıyordu, yani gündüz gördüğüm o idi ama gece karanlığında hiçbir şey görünmüyor, serin havadan başka bir şey hissedilmiyor. Yağmur çoktan durdu. Dağların tepelerinde gece karanlığında ara ara patlayan ışıklar yerli yersiz gözüme ilişti. Beş dakika içerisinde daha da belirginleştiler ve bunların şimşek yağmuru olduğunu fark ettim. Giderek şiddetini arttırıyor ve daha da kuvvetli şimşekler halinde yere düşüyordu. Seyri tam bir doğa harikası. Gece kuşlarının sesleri ara ara duyuluyor. Dağlara çakan şimşeklerin loş aydınlığında, ağaçların mavi siyah siluetleri gözüküyor. İşte tam bu anda, tüm bu güzellikleri gördüğüm için ne kadar şanslı olduğumu hissettim. Şükrettim.

Tüm oda pencerelerinin tellerle kapatılarak, maymunlara karşı önlem alındığını fark ettim. Cidden kocamanlar ve kaslı kaslı kolları var. İnsanın yüzüne dik dik, meydan okur gibi bakmaları da ayrı bir cüret tabii.

Bir GSM firmasının ki adı  ‘’uzaklar Tarifesi’’ Hindistan’da tam bir fiyasko oldu. Müşteri hizmetleri beni resmen kandırdı. Bir tek ben telefonumu kullanamadım ve internete bağlanmaya uğraşırken mobil veriyi açtığım için faturama 100 tl ilave ücret geldi, boşu boşuna. Neyse ki, otel ve kafelerde WiFi var. Ama telefonum asla çalışmadı.

 

Sabah erkenden Yogi Surinder Sharma’ nın mekânındayız. Bu enfes dağ manzarası ile güneşin doğuşunu yoga ile karşıladık. Saat 06 da bizi karşıladı ve yoga seansını yönetti. Dönerken yürüdüm, sabah erken olduğundan iş yerleri henüz açılmamıştı. Tek tük insanlar karşıma çıkıyor, gülümseyerek selamlaşıyorlar. .

Kahvaltıdan sonra Dalai Lama’nın Dharamsala’da evinin de olduğu tapınağı ziyaret ettik. Kendisi Hollanda ziyaretindeymiş. Kim bilir, belki başka sefer uzaktan da olsa görebilme şansımız olur J O kadar sade ve sıradan bir bina ki yaşadığı yer, ister istemez insanı düşündürüyor. Dünyadaki hızlı lüks tüketim ve israftan eser yok bu topraklarda.

İbadet saatine kadar tapınakta kimseler yoktu. Bir anda teker teker, sonra gruplar halinde keşişler görülmeye başladı. Hepsi bizleri gayet alışık bir ifadeyle selamlayarak yanımızdan geçiyordu. Merakla nereye gidiyorlar diye takip ettim. Evet, ibadet saatiydi onlara.

Fotoğraflarını çekmek istiyorum ama uygun mu bilemediğimden, bir süre çaktırmadan gezindim. Bir tanesi bana çok yakın bir yerde. Baktım ki benden rahatsız olmadan ibadetine başladı. Sadece tek bir defa deklanşöre basmam gerektiğini bilerek, uygun pozu yakaladım ve çlakk sesi ile son derece huzursuz oldum. Ritüel bir ibadet tarzları var. Minderde ve ayakta seri bir şekilde bizim namaz hareketlerini andıran ama daha hızlı tekrarlardan oluşan bir grup hareketler dizini.

Kısa sürdü ve yerden teşbihini aldı. Aramızda 5 metre anca vardı. Yolunu bana doğru çevirdi ve yanımdan geçerken gülümseyerek selam verdi. Evet, beni fark etmiş demek ki, onu fotoğraflarken. Biraz mahcup selamını aldım.

Neyse, izin almış olduğum için de huzurlu oldum bir yandan da. O gülümseme izin verdiği anlamına geliyor olmalıydı.

 

Bu dağlarda en tuhaf karşıladığım mekândı kat otoparkı. Gerçekten o yemyeşil görsele yakışmıyordu ama insanoğlu ihtiyaç duymuş ve yapmıştı. Ben de pek beğenmesem de arşivlemek istedim.

 

Yol boyu her yerde boy boy maymunlar, bizi seyrediyorlar. Aralarından onlarla ilgilenmeden, ve yiyeceklerimizi göstermeden geçmeliyiz. Elinizde naylon poşet bile görseler almak için hamle yapabiliyorlar.

 

Bu afacan, trafiğin sıkıştığı bir an, biz arabanın içerisinde iken, pencereyi açıp, bizim şaşkın bakışlarımız arasında sokağa çişini yaptı. Hiç unutamadığım, kahkahalarla güldüğüm bir andı. Nasıl olduysa, trafik açılmadan o anı kareleyebildim ve bu yaramazın o dakikalarını dondurdum. Çocuk olmanın verdiği özgürlüktü bence bu…

Tibetli satıcıların dükkânlarında sattıkları ürünlerin üzerinde uyuyan kedilerin dokunulmazlığı muhteşemdi.

Otel terasında internet çekiyor mu ne! WiFi sadece otelin lobi ve terasında çekiyordu. Odalardan hizmet alamıyorduk. Bu yüzden tüm gün internetsiz kalan telefonlarımız, otele adım atar atmaz WiFi ya bağlandığında, adeta can çekişiyordu. Üst üste gelen çeşit çeşit bildirim sesleri…  Çıt çıkmadan 20 kişinin telefonuyla ilgilendiğine şahit olduğum çok oluyordu.

Bu kocabaşın sahipsiz olduğuna inanası gelmiyor insanın. Ama sokaklarda rahat rahat dolaşıyorlar, arada insanların yanına gelip laf dinliyorlar. Elinden yemek yiyorlar. Cidden komikler.

Bir diğer komik ama bir süre sonra alıştığım şey, maymunlar tabii. Damlarda, yollarda, balkonlarda, araba tepelerinde, ağaçlarda…

Tibetli kimsesiz çocuklar köyüne giderken, yolda karşılaştığımız bu ablamız 25 kg patates taşıdığını söyledi. Gülümseyerek yanımdan geçerken, fotoğrafını çekmeme izin verdi. Yol dik bir yokuştu ve o çok rahat yüküyle ilerliyordu. Bu manzara kadının her coğrafyada aynı olduğunu hatırlatmıyor mu size de…

Yaklaşık 2 saat ormanda dar bir patika yoldan yürüyerek, zaman zaman yokuş tırmanıp, zaman zaman yokuş aşağı inerek vardığımız Tibet Çocuk Köyü bizi sevgi ile karşıladı.

Gezi programımızda olduğu için, gelirken yanımızda küçüklere oyuncaklar ve giysiler getirmiştik. Rehberimiz de bu köyde yetişmiş, kimsesiz bir Tibetliydi. Bizi orman yolundan götürdüğü için son derece şanslıyız. Uçsuz bucaksız Himalaya dağ manzaralarında mola veriyoruz. ‘’Oksijen ciğerlerimi yakıyor’’ cümlesinin ne anlama geldiğini işte şimdi anladım.

 Patikadan tırmanırken karşılaştığımız bu keşiş, güler yüzü ile son derece şirindi. Bizim yolumuzu kaybettiğimizi düşünmüş. Çocuk köyüne gittiğimizi duyunca çok mutlu oldu. Nereden geldiğimizi sordu, bir şeye ihtiyacımız olup, olmadığını sordu ve bol bol kameralara poz verdi. Gerçekten çok komiktik. 45 dakika daha yolumuzun kaldığını söyleyerek, patika yolda gözden kayboldu.

Tibetli kimsesiz çocuklar köyü
Dharamsala’da dağlarda kurulmuş muazzam büyük bir köy. 1959 da Çin zulmünden kaçan 100 bin Tibet halkının öksüz ve yetim kalan çocuklarını himayesi ve eğitimi amaç edilerek kurulmuş. Dalai Lama ve kız kardeşleri tarafından kurulmuş, idaresi ölene kadar kız kardeşleri tarafından bizzat yapılmış. Bu güne dek 16.000 den fazla çocuk bakılmış. Bir dönem aktör Richard Gere tarafından dünyaya duyurulmuş ve desteklenmiş. Günümüzde tek geliri bağışlar. Aylık 40 USD ile bir çocuğun bakımını karşılayabiliyorlarmış. Köye vardığımızda, çocuklar okuldaydılar. Yurtlara geri dönmelerini bekledik. Bu arada ziyaretimiz büyük bir nezaket ile karşılandı. Köyün müdürü ile sohbet ettik.

Sadece Tibetli çocuklar yok köyde. Siyahi kimsesiz çocuklar da var aralarında. Bu da köyün evrensel olduğunun kanıtı aslında. İhtiyacın varsa köy seninle…

Köyün resmi web adresi; www.tcv.org.in

Arzu edenler bu köyde bakılan çocuklara sponsor olabiliyorlar.

DEVAM EDECEK…

What's your reaction?