Ken Loach benim: Tüm silindirlere ölüm!

Berkay Akbudak

Ken Loach her sanatçının olması gerektiği gibi gidişattan, herhangi bir gidişattan (siyasi, kültürel, ekonomik) memnun olmayan, şikayet eden, isyan eden bir sinemacı. Bu genel isyanı kendi içinde yaşayarak, olanı biteni içine atarak değil, her biri aynı zamanda kültürel birer miras niteliği taşıyan filmler yaparak dışa vuruyor. Kendini, ülkesini (Birleşik Krallık) etkileyen toplumsal olayların hemen hepsiyle ilgili dünya çapında filmler yaptı.

Sinemasının dünya çapında olmasının sebebi, dert edindiği meselelerin tamamının dünyanın herhangi bir yerinde herhangi bir insanı da aynı şekilde etkileyebilecek olmasıdır. Bu dertleri ilk düşünüşte özgürlük, haksızlığa uğramak, toprak işgali, emek sömürüsü olarak kabaca özetleyebiliriz. İstisnasız her filminde bu dertlerden en az bir tanesiyle uğraşır. Küresel sinemacılık havuzunun en net damlalarından biridir. Hikayelerini dolambaçsız, dolaysız yollardan taşıyıp pişirerek seyircinin önüne koyar, en kısa yoldan geldiği için filmler hala sıcaktır, seyircinin bazen elini bazen de dilini yakar. Gayet çalışkan ve üretken bir filmci olarak dolambaçlı yollardan gidecek vaktinin olmadığının farkındadır. Boşa giden her zaman beraberinde boşa para da götürür ve sinema maliyeti yüksek bir sanattır. Sanatçı tükettiklerinin “aşırı” bilincinde olmalıdır.

Ken Loach bize sinemanın bir işçilik, dolayısıyla sinemacının da bir işçi olduğunun en iyi ispatlarından biridir. Çalışkandır çünkü dünya nüfusunun yarısı hayat hikayeleri anlatılmaya değer, ilham verici, renkli, yaratıcı, mücadeleci, meraklı insanla doludur. Bu insanların bazılarının hikayesini Ken Loach’un sade, yalın bir dille, neredeyse baştan sona doğaçlanmış gibi yorumlayarak kurduğu ilişkilerle ördüğü, gayet basit ama etkileyici filmleriyle öğrendik. Ken Loach filmlerindeki bu sadelik ve basitlik seyircide en yüksek seviyede anlaşılırlık, anlaşıldığı için hissedilirlik, hissedildiği için de ikna sağlıyor.

Sinema sanatı çok güçlü bir silahtır. Onu iyiye, doğruya yönelik kullandığınızda bazen başka kaynaklarla yıllar sürecek bir aydınlanmayı sinema sayesinde 1,5 saatte sağlayabilirsiniz. Gerçek bir aydınlanma bulaşıcıdır ve sonsuz döngü içinde kişinin ömrüyle sınırlıdır.

Adamımız Kenneth Loach Urfalı olmadığı için Oxford’da hukuk okuyor. Sanata meyilli bir şahıs olduğundan öğrenciliğe devam ederken tiyatroya bulaşıyor. Tiyatrodaki başarısı TV’ye “sıçramasını” sağlıyor. TV için filmler ve belgeseller yöneterek sinemaya geçiyor. Normalde, yaptığı filmlerin eşitlik, temel insanı gereksinimlerin adil karşılanması gibi temel sosyalist şartlara hiç de sıcak bakmayan Birleşik Krallık adlı masal imparatorluğunda gösterim şansı bulmaması gerekirken, o kadar büyük bazı sanat eserlerine imza atıyor ki halka açılması ve yayılması bu sebeple engellenemez oluyor. Buna rağmen, bu büyük ‘özgürlükler imparatorluğu’ Loach’un filmlerine zaman zaman dağıtım zorluğu çıkararak bu yayılmayı biraz da olsa kısıtlayabiliyor. Hiç gösterime sokulmayan filmleri de var. Özellikle seksenlerde, leydilerin en demiri Thatcher döneminde, ülke genelindeki işçi grevleri gibi sayın başbakanın canını çok sıkan konularda yaptığı belgeseller büyük engellemelerle karşılanıyor.

Kim ne derse desin, kim ne yaparsa yapsın adam Büyük Britanya’nın gururu, Büyük Britanya’dan daha büyük bir sanatçı. Ada sınırlarını çoktan aşmış bir filmci olarak, sosyalist gerçekçi diye adlandırılan türde şiir gibi filmler çekmeye devam ediyor. Çalışkan, üretken, yılmaz ve 80 yaşında. Hemen her büyük filmci gibi Ken Loach da İtalyan yeni gerçekçilerinden, özellikle “Bisiklet Hırsızları”nın dev yönetmeni De Sica’dan etkileniyor. Yine bütün büyük yönetmenler gibi dini imanı olmayan Hollywood’a transfer olma tuzağına düşmeyerek (peki, tamam, 2016’dan beri Akademi üyesi ama Hollywood’a film çekmemeye devam ediyor) kalitesini gösteriyor: “Hollywood filmlerine inansaydık Amerika’nın dünya barışı ve özgürlüğünün en büyük savunucusu olduğunu zannederdik.”

Beslediği yırtıcı kuşla (kerkenez) yalnız yaşamak isteyen taşralı bir çocuğun hayatından (Kes, 1969) demiryolu işçilerinin günlük, sıradan hayatına (The Navigators, 2001), imparatorluğa karşı verilen İrlanda bağımsızlık savaşından (The Wind That Shakes The Barley, 2006) fanatik futbolsever bir postacının psikolojik sorunlarına (Looking For Eric, 2009) ve Irak savaşında İngilizlerin payından (Route Irish, 2010) İspanyol İç Savaşı’na gönüllü giden İngiliz sosyalistlerine (Land And Freedom, 1995) kadar işlediği konularla sinema sanatının “namuslularından” biri olarak yaşamaya devam ediyor. (Krallığın sahip olduğu bu bozuk sistemin gücü Mr. Loach gibilerin bu sisteme yüksek ve antifaşist bir sesle karşı çıkmalarına engel olmaya yetmemiştir.) “Land And Freedom” İspanya’da büyük coşkuyla karşılanıyor. “The Wind That Shakes The Barley” filminde ise 1920’lerin başında İngiltere’nin İrlanda’ya karşı vahşi saldırılarını, büyük zulmü oldukça sert ve saldırgan tavırla anlatıyor ve bunu İngiliz bütçesiyle, yani İngiliz vergi mükellefleri sayesinde yapıyor. Vatandaşın vergisini zaman zaman hayırlı işler için ödediği nadir örneklerden biri.

Kes

Yaptığı bu filmler yüzünden defalarca ülkesini sevmemekle, vatan hainliğiyle, provokatörlükle suçlanmıştır. Oysa herkesin bildiği gibi hükümeti eleştirmek gayet demokratik bir tavırdır. Sanatçının muhalefeti kutsal bir gerekliliktir.

Bu arada küçük bir paragraf ile Ken Loach’ın birçok filminin (tabii ki en iyilerinin) senaristi Paul Levarty’i de analım. Yazdığı (şimdilik) 18 senaryonun 4 adeti hariç hepsini Loach filme çekmiştir. Filmlerindeki ağır İrlandalılık, her ne kadar Kalküta doğumlu olsa da, aslında bu arkadaştan sebeptir. Güzel bir iş ortaklığı ile birbirinden saygın ödülleri toplamaya devam ediyorlar.

Bu kadar büyük bir filmci olunca festivallere katılmak, yarışmalardan sanatçıyı motive eden ve sektöre hacim kazandıran ödüller almak da kaçınılmaz oluyor. İkili, ellerinden çıkan son film olan “I, Daniel Blake” ile son Cannes Film Festivali’nde büyük ödül olan palmiyelerin en altınını, ikinci kez kazandı. İkili daha önce, bizden Nuri Bilge Ceylan’ın “İklimler” ile yarışıp FIPRESCI ödülü kazandığı 2006 yılında, “The Wind That Shakes The Barley” adlı filmle aynı ödülü kazanmıştı. Ken Loach, sanat eserlerinin yarıştırıldığı bu film festivalleri ve ödül törenlerine çok alışık. Julian Assange’ın salınması için 150.000 USD kefalet ödeyen yönetmen, ta 1967 senesinde çektiği ilk filmi “Poor Cow” ile Altın Küre’yi almasa da  adaylık ile siftahı yapıyor. Bugüne kadar 13 filmle Cannes Film Festivali’nde en çok yarışan yönetmen rekorunu elinde tutan Ken Loach, 80 yaş ile aynı zamanda bu ödülü kazanan en yaşlı yönetmen sıfatına da sahip.

“The Wind That Shakes The Barley”

Böylesi büyük festivallerden ödül almak, birinci çıkmak tabii ki çok önemli. Hangi filmin ödül aldığı daha önemli, sektör içi prestiji çok yüksek bir kere. Bu gibi festivaller buradan ödül alan, “birinci” olan filmlerin bilinirliğini en yüksek seviyede sağlıyor. İşte o filmlerin ne dediği, yaratıcısının ne anlatmaya çalıştığı sinemayla ilgilenen, profesyonel ya da değil, herkes tarafından duyuluyor.

O eserler güzel ve doğru, güçlü (ki eser yaratmakta amaç bu olmalıdır) şeyler söylüyorsa bu söylemler bir panzehir gibi yayılır, yarayla mücadelede tedaviyi hızlandırır, hastaya güç verir. Sanatçı eserinde mutlaka değerli fikirler sunmalıdır, sanat eseri olarak kabul edilen hiçbir üründe boş lafa yer yoktur. Sinema ne olursa olsun bir söz söyleme aracıdır. Önemi, kalıcılığı, estetik yapısından öte içeriğindedir (Tabii ki görsel bir sanat eseri olan filmin içeriğini en yüksek estetik kaygıyla sunmak da bir şarttır). Estetik anlayış yani zevkler geçicidir, eserin insanlığa, hayata, iyileşmeye, ileriye doğru söylediği düşünceler ölümsüzdür. O yüzden çok eski, klasik dediğimiz bazı filmler bize yaşlı, köhnemiş, küflenmiş gelmez, tekrar tekrar kuşaklar boyu izlenir, tıpkı kitaplar, resimler, şarkılar gibi.

Üzerimizden geçen silindir

Gelelim, yukarıda da dile getirdiğimiz, ‘babanın’ şimdilik son filmi olan “I, Daniel Blake”e. Loach bu filmle yine memleketi üzerinden haklı ve yapıcı sistem eleştirisine bunca zaman ve filmden sonra büyük bir tutarlılıkla devam ediyor. Avrupa’da, özellikle artık o kadar da büyük olmayan Britanya’da disiplin, düzen, doğru çalışan/çalıştırılan devlet sistemi kontrolden çıkmış olup vatandaşlarını da insanlıktan çıkarmıştır. Sistem bu haliyle tüm vatandaşların (bilindiği gibi adada milyonlarca kayıt dışı vatandaş da vardır, özellikle bunların) üzerinden silindir gibi geçer. İşte Ken Loach bu son filminde silindirin çok şık, çok pahalı, çok yakışıklı ama yine de bir silindir olduğunu söylüyor. İyi de yapıyor. Tüm silindirlere ölüm.

İngiltere’de sevilen bir stand up komedyeni ve TV oyuncusu olan Dave Johns’un ilk sinema filmi deneyimi olarak büyük başarıyla canlandırdığı Daniel, kabaca özetlersek, sağlık sorunlarından dolayı çalışamayacak durumda olup devletten destek almaya çalışan, bu yüzden de hayattan “illallah” etmiş biridir. Kendinden daha beter durumda, iki çocuk sahibi bekar bir anneyle hayatları kesişince hayata, sisteme, ülkeye karşı birlikte dayanışma, umut besleme, güçlü ve iradeli kalma savaşına girerler. Film aslında bilinmeyen bir gerçeği açığa çıkarmaz, bilinen gerçeği yüksek sesle dillendirir. Hayatla teması olan her sanatçının misyonları vardır. Bilinmeyeni söylemek, bilineni yüksek sesle muhatabının yüzüne haykırmak, bilip de susanları utandırmak. Bu film görevini bu anlamda yerine getiriyor.

Başta İngiltere, ABD ve iki yüzü olan Avrupa’da kölelik kalkmamıştır, modern teknolojiyle gelişmiştir. Beyaz adamın bokunu hala Afrika temizlemektedir. Örneğin Londra’da metroya binerseniz İngilizce konuşulduğunu çok nadir duyarsınız ama Korece, Türkçe, Rusça, Arapça, Yunanca ve çeşitli Afrika kıta dillerini aynı anda duyma ihtimaliniz çok yüksek. Bu size turistik/egzotik gelebilir fakat işin aslı şudur ki beyaz adamın arabası vardır, metroya binmez ve yalnızca beyaz adam İngilizce konuşur. İşte bu film İngilizce konuşan, kraliçesinin pasaportunu taşıyan beyaz adamın da sonunun yaklaşmakta olduğunu söyler. Afrika kıtasının tamamını sömüren sistem doymamış, sahibini yemeye başlamıştır. Safkan İngiliz olan Daniel ve Katie birer beyaz olarak dünyanın en gelişmiş ülkelerinden birinde, “medeniyetin beşiği” olduğunu iddia eden bir imparatorlukta açlık sınırında, sefalet içinde yaşamaktadır.

En az iki Ken Loach filmi seyreden aklı başında bir kişi şunu öğrenir: Aynı sorunun mağdur ve isyankarları, bu soruna karşı aynı çözümün ortağı olmalı, birleşmelidir. “I, Daniel Blake” filmi bu birleşmenin çağrılarından biridir. Avrupa’nın kocaman tek bir ülke olma hayali bireyin sadece kendini kurtarmayı amaçlayan, aşırı bencil bir varlığa dönüşmesine neden oldu. Oluşan bu son yapı içinde (Avrupalı) insanın kurtuluşu da ancak bireysel ve kurumsal bir zenginleşmeyle mümkün. Gözü aç bu koca Avrupa’nın tamamını kurtaracak kadar zenginleşebilmesi için geçmişte başka topraklarda nasıl olduysa bugün de Suriye’de çocuklarımız ölüyor. Filmden bütün bu konulara dair duygu ve düşünceleri aynı anda okumak mümkün.

Filmin bir başka güçlü önermesi daha var. Filme adını veren karakter Daniel Blake olmasına rağmen Katie karakteri de en az Daniel kadar dertlidir ve ikisinin filmde kapladıkları hacim eşittir. Filmin adını Daniel’dan almasının sebebi, Daniel’in kendi onca derdi yanında Katie’nin de dertlerini üstlenmeye çalışarak hayranlık uyandıran insani bir dayanışma örneği göstermesidir. Yönetmen Ken Loach bize bu ikili üzerinden kendimizi kurtarmanın en doğru ve en etkili yolunun kendimiz gibileri de kurtarmak olduğunu anlatıyor. Yalnız kendiniz kurtulursanız sorunu ortadan kaldırmış olmazsınız, bu doğaya aykırıdır, herkesin kurtuluşu sorunun yok edilmesindedir. Herkesi kurtarın, kendiniz zaten kurtulacaksınız.

İngiliz İmparatorluğu dünyanın tamamını oluk oluk sömürürken Ken Loach gibi bir filmcinin çıkmasını da her nasıl oluyorsa (artık bir sus payı, bir gaz alma mıdır bilinmez) ekonomik ve kültürel olarak sağlıyor. Bu bir kırıntı dahi olsa, ödedikleri nafaka olsun. Her akıllı insan gibi sömürülmeye karşıyız, varsın bu filmler eksik olsun o ayrı. Biz biliriz ki her kral acımasızdır, biz biliriz ki hiçbir kral halkını sevmez. Ken Loach’un filmleri imparatorluk toprakları üzerinde “her gece bilge bir gezgin tavrıyla adımlıyor yolunu.[*]” Selam olsun.

[*] Ahmet Telli

*Berkay Akbudak tarafından kaleme alınan bu yazı Yön Dergisinden alınmıştır.

What's your reaction?