“Kanada, Sana da, Bana da.” Aynı Rüzgar Aynı Deniz
Berkay Akbudak
Cannes Film Festivali şüphesiz dünyanın en prestijli sinema eserleri yarışmalarından biri (belki de birincisi). Festival, dünya sinema sektörüne söz söyleyen, yön veren büyük bir sanat olayı, sinema kavramı hakkında kararlar veren büyük bir güç. Sanatsal, entelektüel yüceliğinin yanı sıra aynı önemde bir ticari fuar. Fuar kısmında tezgah açıp pazar kuran sinema-TV eserleri başta, her tür sektörel ürünü satmaya çalışan, aynı anda bunun için de yarışan şahıs ve kuruluşlar var. İşin içinde kültür ve ekonomi başrol sahibi olunca tam bağımsız ve/veya güncel siyasetten arınmış bir oluşum beklenemez. Her film politiktir, her sanat eseri gibi, bazen bilmeyerek istemeyerek de olsa içinde insan olan her şey politiktir.
Sinemada olduğu gibi bir çok şeyin en iyisini yapan İtalyanlar’ın adeta bu büyüklüklerini ıspatlarcasına yaptıkları dünyanın ilk film festivali Venedik Film Festivali’nin (ilki 1932 yılında gerçekleştirilmiştir) başarılı bir etkinlik olduğunu görüp, bunun önemini kavrayan Fransızlar, hemen İtalyanlar’a rakip olarak 1939 senesinde ülkenin Akdeniz yakalarında bulunan, turistik açıdan da gayet güçlü bir şehir olan Cannes şehrinde kendi film festivallerine başlar. Jüri başkanlığına sinemanın en haklı jürilerinden biri olan, sinemanın mucidi sayılan Louis Lumiére’in getirildiği bu ilk etkinlik, Monsieur Lumiére’in icadının nerelere geldiğini görmesi açısından da değerli bir kaynaktır. İlk yarışmanın aday filmlerinin ABD ağırlıklı olması, o tarihte dünya sinemasını şimdikinden çok daha büyük basınçla domine eden bu ülkenin etkisinin açık bir ıspatıdır. İçinde çoktan unutulmuş vasat bir Fransız filmi, Bolşevik devriminin ilk yıllarındaki başarılarını anlatan ve inceden Lenin biyografisi olan bir Sovyet filmi bulunan aday filmler arasından 1800’lerin ikinci yarısında iki demiryolu şirketinin inşaat rekabetini anlatan, vahşi kapitalizm salyası da diyebileceğimiz Union Pasific filmi ödülü alır.
Filmlerin kültürel ve ekonomik etki ve değerine sonradan tam uyanan memleketler (başta Fransa) bu işe sıkı sıkı asılınca sinema Avrupa’da güç kazanmaya, ivme almaya başlar. Fransa Hükümeti, Güzel Sanatlar Bakanlığı’nın (manen ne kadar da güzel bir bakanlıktır) verdiği emir sonrası İtalya ile rekabete girmek, İtalyanlar’ın yönettiği Avrupa sinema pazarına ortak olmak için düzenlenen Cannes Film Festivali daha ilk senesinde başta Avrupa, ardından tüm dünya sinemasına damar damar kan pompalamaya başlıyor. Ükeler arası rekabette herhalde bundan daha güzeli, anlamlısı, verimlisi görülmemiştir.
Peki bu pırıl pırıl başlayan film festivalinin ilki yapıldıktan sonra ne oluyor? Hemen söyleyelim 2. Dünya Savaşı çıkıyor, Nazi tayfa bütün Avrupa’yı işgal ediyor. Keyifleri kaçan ve bir kısmı hayatından olan festival yürütücüleri 1946 yılında ikincisi düzenlenene kadar ara vermek zorunda kalıyor. Sanat dahil komple insanlık düşmanı olan faşizmin sillesi sonrası ayağa kalkmaya çalışan millete moral olsun, yeniden kalkınmaya destek olsun diye sıcağı sıcağına sanatın iyileştirici, dikkat dağıtıcı, besleyici ve bir o kadar da uyuşturucu güce sahip, yara ve yanık merhemi etkisinden faydalanmak için hiç vakit kaybetmeden festivalin devamı için çalışmalar, tüm şenliğiyle başlıyor. Etkinlik sonunda büyük ödül adeta gazilik nişanı gibi savaştan sağ çıkmış ve yarışmaya katılabilmiş tam 11 ülkeye dağıtılıyor. (Sovyetler Birliği, Çekoslovakya, İsveç, İsviçre, Meksika, Birleşik Krallık, Danimarka, Fransa, Hindistan, İtalya, ABD) Bu sayede dünya barışı zamanlarında ekmek yemenin en tatlı adımı da atılmış oluyor. Yukarda listelenen ülkeler üzerinden dünya kültürel ve ekonomik emperyalizminin kaynaklarına dair net bir okuma yapılabilir.
Uzun bir geçmişe sahip festival, dünyada rüzgarın bir başka estiği 1968 senesine gelince unutulmaz bir durağa uğrar. O yılın tam da festivalin yapıldığı Mayıs ayında, yandaşlarının olsa olsa “reyiz” diye hitap ettikleri Charles De Gaulle’e karşı, işsizliğin artması, yönetimin baskıcı bir hal alması ve devlet TV kanalının aşırı yanlı, tek tip yayın yapması gibi sebeplerden Sorbonne Üniversitesi öğrencilerinin başlatıp işçilerin desteğiyle büyüyen meşhur Paris ayaklanması gerçekleşir. İşte bu olaylar sırasında dünyanın gelmiş geçmiş en büyük sinema arşivine (görsel, işitsel, basılı) sahip kurumu Fansız Sinemateki’nin (Cinémathéque Française) başkanı Henri Langlois, muhalif tavra sahip olduğu için hükümetin baskıları sonucu görevinden alınır. Olaylar devam ederken, Carlos Saura ve Milos Forman gibi şerefli yönetmenler filmlerini yarışmadan çekerek Fransız hükümetinin bu tavrını protesto eder. (Biri İspanyol diğeri Çek olan bu iki sanatçı bize ne kardeşim bunlardan demez, tam tersine bu mesele tamamen bizim meselemizdir der.) Fitili ateşleyen bu protestoyu daha da büyüten Eric Rohmer, Alain Resnais, Jean-Luc Godard, Francois Truffaut gibi önemli yönetmenler bir araya gelip festivalin o sırada gösterim yapılmakta olan merkez yönetim salonunu basarak işgal eder. Sonuna kadar öğrencilerin ve işçilerin yanında olduklarını belirttikleri sert açıklamalarını yapan sanatçılar açıklamanın ardından yarattıkları baskı ile olumlu sonuç elde ederek Henri Langlois’nın görevine iade edilmesini sağlar. Sanatçı haksızlığa, keyfi, gerekçesiz yani faşist uygulamaya karşı çıktı ve adamını yedirmedi, sanatına, özgürlüğüne tokat atana öbür yanağını dönmedi, örgütlenip direnince mücadelenin elbet kazanılacağını tüm dünyaya ıspatladı. (Bu arada bu büyük olay dışarıda Charlie Chaplin ve Stanley Kubrick gibi büyük ve güçlü sinema adamlarından da açık destek almıştır.) Kısacası bu insanlar yönetmenliğin “Bu ülkeye ve bu hayata dair hiçbir şeyin, hiçbir zaman benim dilediğim gibi olmayacağını biliyor, artık bundan acı duymuyorum.” gibi ucuz tweet atmak olmadığını herkese gösterdiler.
Tepkilerin karşılık bulması, dalga dalga yayılıp büyümesi festivalin önce durmasına sonra da iptal edilmesine sebep oldu. Sinema, sanat, özgürlük ve insan faşizme karşı o yıl çok büyük bir zafer kazanarak tarih yazdı.
Böyle büyük festivaller yapıldığı ülkenin sinemasını şekillendirip geliştirmeye yarar. Milliyetçi bir tavır, ulusal bir sanat dili oluşturulmasına yardımcı olurken bir yandan da diğer ülkelerin nitelikli sinema filmlerine ticari pazar oluşturur, sanata, sanatçıya ve o sanatçının çıktığı memlekete prestij kazandırır. Tıpkı memleketinden kaçak, sürgün bu ödülü kazanan Yılmaz Güney ve filmi Yol gibi. (Şahsen her ne kadar ödülün tartışmasız Şerif Gören’e verilmesi gerektiğine inansam da, bu olayı milli formayı giyerek kutlarım.)
Memlekete ilk Altın Palmiye kazandıran 1982 senesinin yarışmasında o dönem Paris’te sürgün olan Yılmaz Güney ve dünyanın en iyi filmlerinden Yol’un isimlerini anarken büyük usta Costa Gavras’sız edemeyiz. 1982 yılı, batılının tüm ikiyüzlü adiliğine rağmen memleketinde tarafından haksızlığa uğramış, mağdur edilmiş, sürgüne gönderilmiş, illegal ilan edilmiş ve öldürülme ihtimali yüksek sanatçıya sahip çıkma tavrının en büyük göstergesi olmuş tarihi bir yıldır. Kendisi de memleketindeki faşist baskılardan kaçan ve sonrasındaki askeri darbe hükümeti yüzünden ülkesine geri dönemeyen Costa, meslektaşı ve arkadaşı Güney’e Paris’te bir yoldaşlık örneği göstermiş, bugün dahi anılarına sahip çıkıp davasına desteğini sürdürerek vefalı bir dost olmayı sürdürmüştür. Herkese, hepimize örnek olsun dilerim.
1967 senesinde ordudan bir grup albayın darbesiyle hükümeti ele geçiren cunta ülkeyi senelerce yönetmiştir. Sosyalist ve partili işçi bir babanın oğlu olarak Yunanistan’da doğan Konstantinos Gavras, büyüme çağlarında babasının yaşadığı sıkıntı ve mücadele dolu yılların etkisiyle erken yaşta sınıf bilincine sahip olmuş, sürekli okumayla kendini geliştirmiş bir Yunan genci olarak 60’lı yılların başında ayak sesleri yükselmeye başlayan faşizmin kendi üzerindeki öldürücü etkisini görerek önce öğrenci sonra kalıcı ve vatandaş olarak hayatına devam edeceği Fransa’ya sürgün olur. Kariyerinin başında çektiği başyapıt Z (1969) filmi, o yıllarda hali hazırda “görev” başında olan albaylar cuntasına ağır bir tokat atarak yanaklarını kızartmıştır ki film daha çıkmadan Yunanistan’da yasaklanmıştır. (Filmin 1989’a kadar Türkiye’de de yasaklı olduğunu not düşelim, siz bir tek Yunan’da mı albay var sanıyorsunuz.) Büyük yazar, Kavala’lı Vasilis Vasilikos’un aynı adlı eserinden uyarlanan film, memleketleri Yunanistan’da işlenen siyasi faili meçhul cinayetler üzerinden anlatılan muhteşem bir sinema eseridir. Ertesi sene en iyi kurgu ve en iyi yabancı film Oscar ödüllerini kazanır. En iyi yönetmen, en iyi senaryo ve en iyi film dallarında da bu ödüle aday olur. Hatta aynı anda hem en iyi film hem en iyi yabancı film Oscar adayı olan tarihteki ilk filmdir. Artık üst lig sinemacısı bir yönetmen olarak güç sahibi olan Costa bu gücü sanatıyla anti faşist kulvarın en iyi örneklerini sergilemeye harcar. Bu beton gibi tavrını daha o güce sahip olma yolunda ilerlerken gösteridiği için yıkılmaz iradesine saygı duymak gerek çünkü filmi yaptığı zamanlarda vatandaşı olduğu Fransa’nın vahşi işgalci politikasını reddettiğini açıkça ortaya koymak için filmi Cezayir adına yarıştırmış ve bu mazlum ülkeye bir Oscar kazandırmıştır. Filmin adı gibi “ölümsüz” müziklerine imza atan memleketlisi Mikis Theodorakis ise bu emeğiyle Bafta ödülünü kazanmıştır. Sanatçılar önemlidir, aynı memleketin sanatçılarının birbirleriyle emek verip işçilik etmesi daha önemlidir. Milliyetçilik salt milli marşı ezbere bilmekle pencereye bayrak asmak değildir. Ülkenin dilini, kültürünü, masallarını, efsanelerini dünyaya yaymaktır.
Bu kadar ağır siyasi içeriği olan sert bir filmin uluslararası ödüller kazanması bu tarz filmlerin önünü açmış, benzer dertteki sinemacıları cesaretlendirmiştir. Tam bir sene sonra başyapıt Umut filmini çeken Yılmaz Güney gibi. Metin Erksan’ın Berlin Film Festivali büyük ödülü Altın Ayı’yı alan Susuz Yaz filminden sonra uluslararası çapta bir başka çok büyük ödül olan Altın Palmiye’yi, 1982 senesinde onca yıl yoldaşlık etmenin tacı gibi Gavras’ın Missing’i, Güney’in Yol’uyla paylaşır.
Z’den sonra L’aveu (1970), État de Siége (1972) gibi tamamı sosyalist ve protest bakışla çekilmiş dev filmler yapan Costa, sıra Missing’e geldiğinde bunca yıldır biriktirdiği gücü sonuna kadar kullanır ve her ikisi de bu filmle en iyi oyuncu dallarında Oscar adayı olan Jack Lemmon ve Sissy Spacek gibi büyük Hollywood oyuncuları ve dev bir bütçeyle en iyi film Oscar adayı olup en iyi senaryo dalında bu ödülü kazanır. Yönetmen, bu filmle sanatının zirvesine ulaşır. Faşistlikte diğer cins köpekleri aratmayan Şili’li general Pinochet’nin diktası altında katliamlarla dolu bir tarihin yazıldığı 1973 senesinde geçen film bu karmaşada kaybolan gazeteci oğlunu arayan, faşizme karşı mücadele veren Amerikan bir anne babayı konu eder. Askeri karakoldaki subaya “Bu katilleri buraya biz getirdik, bütün bu cinayet ve zulmün sebebi biziz.” diye haykıran baba bir Amerikan’ın asla vermeyeceği seviyede özeleştiriyi bir Yunan’ın kalemi ve kamerasından ve en azından Amerikan bir aktörün ağzından direkt CIA’i hedef gösteren babanın haykırışına hak vermemek en hafif tabirle aptallık olur. İş bu sebep CIA o gün bugündür Costa’yı yakın takibe almıştır. Şüphesiz, memleketim insanının güzeli, iyiyi korumak niyetiyle sahip çıkmak için toplandığı Emek sinemasının sokağında bu büyük sinemacının üzerine tomalarca su sıkılırken de oralarda bir yerde CIA oğulları vardır, neden olmasın. Alt tarafı İstanbul Film Festivali’nde (Evet yalnız Venedik, Cannes, Berlin değil İstanbul’da da bir film festivali var hem de diğerleri gibi uluslararası, ödüller veriyor.) Yaşam Boyu Başarı Ödülü almaya gelmişti.
Mücadelenin dili, coğrafyası, dini, mezhebi, ırkı yoktur, mücadele haksızlığa, baskıya, faşizme karşı savaştır, nerede, ne şekilde olursa olsun.
İşte zamanında büyük değerlerini savunmak için sahip çıktıkları, işgal edip ihraç edilen başkanlarını direnişle geri getirdikleri Fransız Sinemateki’nin 2007’de başkanlığına getirilen Costa Gavras bize bu faşizm belası ile mücadelenin yıllar içinde nasıl halkalandığını göstermektedir.
Büyük sanat ve mücadele adamı Costa Gavras, Missing’den sonra enerjisinden, hızından ve dava inancından hiçbir şey kaybetmeden İsrail-Filistin meselesine eğildiği Hanna K. (1983) filminden Naziler’in yürüttüğü soykırımlardan başından beri haberi olan ve buna hiç ses etmeyen Katolik Kilisesi’nin kuyruk sokumuna tekmeyi bastığı filmi Amen’e (2005) kadar sesini hiç kısmadan konuşmaya devam eder. Şimdilik son eseri olan Kapital (2012) ile kan, ilik, kemik ne bulursa emen bankaların kirli ellerini filme çeken 84 yaşındaki bu harı taze delikanlıdan öğreneceğimiz ve üzerine koymamız gereken çok şey var.
Adaşı ve memleketlisi bir büyük ozanın dizelerinde, vatanından uzak, sürgünde mücadeleden vazgeçmeden ölen sanatçılarımıza ve hayatta kalma umuduyla çıktıkları yolda Akdeniz’in dalgalarıyla cesedi kıyıya vuran çocuklarımıza selam olsun…
“Demek, artık neredeyse varıyoruz Ermipos.
Yarından sonra, galiba; öyle dedi kaptan.
Denizimizde ilerliyoruz hiç olmazsa;
Kıbrıs’ın, Suriye’nin ve Mısır’ın suları,
Vatanımızın sevgili suları.”
Konstantinos Kavafis
(Çeviri: Herkül Millas-Özdemir İnce)
*Başlık, Ferhan Şensoy