Kabuk tutmaz bir yara: Akira Kurosawa

Berkay Akbudak

Aynı dili konuşmasalar, birbirlerinin dilinden tek kelime dahi bilmeseler, kültürleri, inançları, yargıları, ayıpları bambaşka dahi olsa dünyanın bütün uluslarının duyguları aynıdır, bu duygular nüfuslara göre değişmez. Her insan sevinir, üzülür, sinirlenir, yargılar. Bu duyguları ve tepkileri gösteriş biçimleri ve zamanları ulusların farklı renklerini oluştururken, insan doğasına ait kimyasal yapı taşları olduğu için her birimizin içinde aynı duygular nefes alır, büyür, küçülür ve kanar. Aklı sağlıklı her insan özgürlük, eşitlik için kavga eder, bu kavgaya sebep olan iyi-olumlu duygulardır. Yine doğuştan içimize işlenmiş kötü duygular ise benzer bir kavgayı petrol için yapmamızı sağlıyor. Ölümcül günahların sayısı gerçekten yedidir.

İyi-olumlu diye tarif etmeye çalıştığımız duyguları, ait olduğumuz toplum içinde bazen o kadar çok yaşarız ki bu hal dönüp durup içimizden taşınca başka başka milletler için de duygulanır, tüm yönlerden bu ulus denen çerçevesi çizilmiş arazinin dışına koşar, duygumuzu onlarca yöntemden herhangi biriyle paylaşmak, ortalığa saçmak isteriz. Bu paylaşım yöntemlerinden, iletişim araçlarından en güçlüsü şüphesiz sanattır. Sinema ise türlü çeşitli sanatlar içerisinden, görsel-işitsel bir araç olmasından dolayı, ürününün (film) ortaya çıkmasıyla insana temas etmesi, kıtadan kıtaya, zamandan zamana yayılması açısından en kolayı, en hızlısıdır.

Sayısız büyük sanatçı, filmci içinden hem coğrafi hem kültürel olarak dünyanın geri kalanına (internet ve sosyal medya çağında artık pek olmasa da) fiziksel olarak uzak, doğu yetmezmiş gibi uzak doğu olan Japonya’da doğan (1910) Akira Kurosawa, kendi ulusundan, dili, kültürü, geleneği, masalları ve mitlerinden kopmadan duygulanmayı evrensel boyutta en yukarıda yaşayanlardan biri olarak yaşamıştır.

Ressamlıktan yönetmenliğe

Sanatçı doğduğunun farkına erken yaşlarda varan Akira, resim eğitimi almaya başlar fakat tam zamanlı bir ressam olmak yerine buradaki becerilerini icra etmek üzere 1936 senesinde yönetmen asistanı olarak sinemaya giriş yapar. Onlarca filmde bu görevi icra ettikten sonra 1943’te Sugata Sanshiro adlı filmi çekerek yönetmen olur. Savaşta bir kısmı yok olan bu film, judoyu bir yaşam biçimi ve felsefe olarak gören, tasavvufi yaşayan bir adamı anlatıyor. Yönetmenliğe başlar başlamaz kendine ait teknikler geliştirir. Bunlardan en ilgi çekeni, ressam da olmasından dolayı filmlerinin storyboardlarını (kameranın göreceği çerçevenin, çerçeve içindeki her şeyin kaba taslak çizimi) tablo gibi tek tek, ince ince, her türlü detayla uğraşıp yapmasıdır.

1944’te ikinci film olarak, ilk filmi izleyip etkilenen askeri yetkililerin bizzat sipariş ettiği ve desteklediği bir savaş propaganda filmi olan Ichiban Utsukushiko’yu çeker.

Yoidore Tenshi (1948)

Savaş bitip de yaralarını inanılmaz bir hızla saran Japonya’nın, hızla yükselip dikkat çeken, ailesinin kökleri gerçek samuraylarla dolu, çok sevilen ve saygıdeğer ecdat çocuğu bu insan 1948’de çektiği Yoidore Tenshi filmiyle artık yapımcı müdahalelerinden arınmış bir sanatçı olarak büyükler ligine giriş yapar. Film, alkolik bir doktorun yeraltı suç dünyasında yaşadığı hayatı anlatır.

1950’de çektiği Rashomon ile bu ligin tepesini fethedip uluslararası bir deve dönüşür. Bu film en iyi sanat yönetimi dalında Oscar adayı olur ve yılın en etkileyici yabancı filmi gerekçesiyle özel bir Oscar kazanır. Venedik Film Festivali’nde ise Altın Aslan ve İtalyan Film Eleştirmenleri Ödülü olmak üzere iki büyük ödül kapar. Kurosawa, bu büyük filmle koskoca Japon sinemasını ve artık turistik bir absürde dönmüş köklü Japon kültürünü hak ettiği değerde ve en etkili biçimde batılı beyaz adama (ve kadına) öğretir. Bunu da zamanında batılının ona öğrettiklerinin etkisiyle yapar, en çok da Shakespeare etkisiyle. Shakespeare’in de 1001 Gece Masalları’ndan etkilendiğini düşünürsek dünyanın yuvarlak olduğunu, sürekli batıya gidersek doğudan çıkacağımızı ispatlamış oluyoruz.

Rashomon (1950)

Artık filmden bağımsız bir kavram olarak Oxford sözlüğüne “Rashomon Sendromu” şeklinde girip efsaneleşen filmin konusu ise kısaca şöyle: Ücra ve küçük bir köyde büyük bir suç işlenir. Mağdurun şahitliğinde olayı kendilerince anlatan potansiyel suçluların anlattıklarına göre, geri dönüşlerle aynı olayı her seferinde başka şekilde dinler ve izleriz. Biz seyirciler, film boyunca hepsinin suçlu, hepsinin masum, hepsinin doğru, hepsinin yalancı olduklarını düşünüp dururuz. İşte aynı adlı romandan uyarlanmış bu şaheser film bu kadar basit ama mükemmel kurulmuş bir geometrik akışa sahiptir. Gerçeğin kendisine değil de onu kendince anlatana inanmayı tercih edişimize göre mutlaklığın değişmesi, tarihi kimden okuduğumuza bağlı olarak belgeyle dahi ispatlanmış olan gerçeğin nasıl yer ve şekil değiştirdiği ile ilgili her daim güncel, ortaçağda geçen gayet modern bir filmi ancak yaşadığı gezegene ayık olan bir sanatçı yaratabilir.

Sinema sanatının yazım dilindeki arayışına filmlerindeki deneylerle devam eden Kurosawa, omuzda kamera kullanım tekniğinin de en eski ve en etkili örneklerinden birini bu filmle icra eder. Hareketsiz, sabitlenmiş bir kamera kullanımının görece güvenlik hissinin karşı savı olan bu teknik, filmin içeriğine, dış ritmine müdahale ederek olayları tedirgin, huzursuz ve bulanık bir algıyla kaydetmemizi amaçlar.

Bir başka önemli kaydın da sinema tarihinde kameranın güneşe ilk kez bu filmde döndüğüne dair tutulduğunu da not düşelim (bunun nesi kayda değer bilemiyorum ama kameranın ilk kez bir klozete döndüğü filmin de Hitchcock’un Psycho’su olduğunu hatırlatalım).

Ikiru (1952)

Samuray filmlerinin unutulmaz yönetmeni

Bu dünya çapında çığır açan filmin yönetmeni 1952 senesinde bir başka klasik olan Ikiru filmini çeker. Tolstoy’un Ivan İlyiç’in Ölümü eserinden büyük ölçüde esinlenen filmin kahramanı Watanabe, ölümcül bir hastalığı olduğunu, çok az ömrü kaldığını öğrendiğinde kalan yaşamını, bütün maddi manevi varlığını kullanarak daha yaşanır, daha güzel bir dünya kurmak amacıyla okyanusa damla olmaya adayan bir memurdur. Kulağa gayet naif gelen konusuyla bu film, benzeri olmayan bir hayat türküsüdür. Berlin Film Festivali’nden Gümüş Ayı kazanır.

Hiç durmadan yeni filmine çalışmaya başlayan Akira, Shichinin No Samurai (1954) filmi için 2 yıl hazırlık yapar. Filmde, komşu köyün güçlü beylerinin saldırısı altında tüm tarımsal üretimlerine el konulup, açlığa, sefalete mahkum edilmiş köy halkının vahşi feodalite ve sömürünün en şiddetli haline karşı sıkışmışlığını görürüz. Film, birbirinden çok farklı özelliklere sahip 7 samurayın köye çağrılması ve yiyecek, içki, barınak karşılığında köylüyle örgütlenip ağalara, beylere karşı açılan savaşı kazanıp sosyoekonomik bağımsızlık ilan etmesiyle sonlanır. Kurosawa her büyük sanatçı gibi aynı zamanda bir düşünürdür de. Bu filmle, örgütlenme ve disiplinli çalışmanın altını 3 saat 27 dakika ve siyah beyaz olarak çizer. En iyi sanat yönetimi ve en iyi kostüm dallarında Oscar adayı olur. Venedik Film Festivali’nde ise Altın Aslan’ı, dünyanın en büyük sanatçısı dediği Shakespeare’den uyarlama Romeo & Juliet’e kaptırarak Fellini’nin La Strada, Elia Kazan’ın On The Waterfront filmleriyle Gümüş Aslan’ı paylaşır.

Shichinin No Samurai (1954)

Samuray filmleriyle özdeşleştirilmiş yönetmen bu ilk samuray filmiyle ortaçağ feodal Japonya’sının zirvesi 1500’lü yılların derinlerine dalarak aynı yıllarda yaşamış bir batılı olan Shakespeare’in zamanında ülkesinin ne halde olduğuna ışık tutmaya çalışıyor.

Yönetmen, hemen her filmine bir imza gibi attığı yağmuru bu filmden de esirgemez. Bu filmin George Lucas, Andrei Tarkovsky gibi bambaşka milletlerden gelen, bambaşka dünya görüşüne sahip ve birbirine sırtı sırtına ters sinema anlayışı olan iki büyük sinemacının en beğendiği film olması Kurosawa’nın türler ve biçimler üstü bir film yaptığının en büyük ispatıdır.

Filmleriyle ana akım Hollywood başta olmak üzere Avrupa derken tüm dünya sineması özelinde kültürü etkilemiştir. Taparcasına sevdiği Shakespeare ve Dostoyevski ise hemen herkesin olduğu gibi Kurosawa’nın da baş idolleridir.

Yönetmenin birçok filmi, direkt ya da dolaylı, Hollywood tarafından uyarlanır hatta bazen açık açık çalınır bile. Örneğin Kakushi Toride No San Akunin (1958) filmiyle Kurosawa, daha sonra George Lucas tarafından yapılan itirafla, Star Wars holdinginin kurucu başkanıdır.

Arka arkaya aynı dönemde geçen masalsı samuray filmleri çekmeye devam edip 1961’de en iyi kostüm Oscar adayı olan ölümsüz klasik Yojimbo’yu çeker. Gizemli, yalnız, sessiz ama çok tehlikeli bir samurayın, geldiği kasabada ikiye bölünmüş ve birbirleriyle savaş halinde olan bir nüfusla karşılaşmasını fırsat bilip ikili oynayarak savaşı tek başına bitirmesini, arada kalıp mağdur olan halkı özgürleştirmesini konu alan ve böylece yeni dalga Amerikan “western” filmlerinin ana şablonunu kuran bu filmle koca bir akım başlar.

Yojimbo (1961)

Filmin geçtiği 1500’lerde Amerika kıtası yeni keşfedildiğinden ortalık henüz İncil’e inanmayan Kızılderili doludur ve dünyanın hiçbir yerinde kırbaçlanacak Afrikalı yoktur. 1960’lara gelince faşist mabedi Hollywood’un baş rahibi olan John Wayne’li hazreti Marlboro reklam filmleri hala yankinin aklına gelmemiştir.

Clint Eastwood’u yaratan Sergio Leone klasiği Per un Pugno di Dollari (1964) filmi Yojimbo’dan çalıntı olduğu için açtığı davayı kazanan Kurosawa, kendi filminin gişesinden daha fazlasını gelen tazminattan kazanır.

Memleketlisi hiçbir Japon’un rahatsızlık duymayıp şikayet etmediği ama bugün için bile sert kaçabilen film, şiddet yoğunluğu yüzünden batıda büyük tepkiyle, zaman zaman ise ciddi boykotlarla karşılaşır. Film çok iyi olduğu için sanatçı bu tepkilerden etkilenmez (Diğer benzer örneklerde olduğu gibi film iyiyse, eser yüksek seviyeyse yapılan her aşırılık kabul görür. Bu durumun en uç ve büyük tartışma yaratan örneği ise sübyancılığı tescilli Polanski’nin hala film çekebiliyor, bu sapıklığının üstüne bir de Oscar alabiliyor olmasıdır. Sanat sınırsız olmalıyken sapık, sanatçı dahi olsa cezalandırılmalıdır).

ABD’de çekilen en eski filmlerden olan The Great Train Robbery (1903) tarihin ilk western filmidir. O günden bugüne ABD western çekmeye devam etti. Kurosawa’nın, westernin altın yıllarını yaşadığı 1950’lerdeki bazı klasiklerden ve yine bir ABD’li olan büyük Dashiel Hammet’ın “Kızıl Hasat” (Everest Yay.) romanından esinle çektiği Yojimbo filmi, Leone’nin İtalya’sı üzerinden tekrar yeni dünyaya döner ve o öyle değil böyle olur, ona kovboy filmi değil samuray filmi derler diyerek ders verir.

Kurosawa, ertesi sene Yojimbo’nun devam filmi Sanjuro’yu çeker (Bu sefer Kurosawa’dan yasal izinler alınarak 1965’de Leone tarafından Per Qualche Dollaro In Piu adıyla uyarlanır, hızını alamayan Leone ertesi sene serinin üçüncü filmi olan eşsiz Il Buono, Il Brutto, Il Cattivo filmini çeker). Türkçe çevirisi kiralık koruyucu olan Yojimbo’dan sonra Sanjuro da ABD’nin tutucu western kökenlerini birey romantizminden tamamen çıkarıp, batının gerçekten vahşi olduğunu ve bu vahşetin mimarının beyaz adam olduğunu itiraf ettirip gizli özeleştiri yapmasını sağlayarak türün yönünü, biçimini değiştirir, hatta koca türü yıkıp gerçekçilikle yeniden inşa eder.

Sanjuro (1962)

Sanjuro’da, orta halli bir kasabalının, haksız yere hapiste tutulduğuna inandığı akrabasını kurtarmak için yardım istediği (kiralık) samurayla birlikte girdiği tehlikeli mücadele anlatılır.

İntihar girişimine giden yol

Yojimbo ve Sanjuro’nun ticari başarı ve prestij getirmesine rağmen 60’lı yılların sonunu ve 70’lerin başını ekonomik olarak kötü geçiren yönetmen, Avrupalı ve Amerikan filmcilerin işlerini çalması ve  hunharca kopyalaması yeterince bir başarı göstergesiyken yaptığı filmlerden de mutlu ve tatmin olmayınca 1971’de bileklerini otuz (30) kez jiletleyerek kendini öldürmeye kalkar, ölmez. Bu kendince tatmin edici olmayan filmler çektiği “başarısız” döneminde projelerine para da bulamayınca saçma sapanlar da dahil TV reklamları çekerek geçimini sağlar.

En sevdiği yönetmen Amerikan beyazı dev John Ford olan Kurosawa’nın, çocukluğundan beri hayran olduğu Godzilla’nın filmini yapma hayalini yapımcılardan gelen maliyetin çok yüksek olacağı ve gelirin bunu karşılayamayacağı gerekçesi ile iptal etmek zorunda kalması herhalde bileklerindekilerden daha derin bir yara açmıştır. En büyük hayalini somutlaştıramayan çocuklar ve sanatçılar daha çok kanar.

Dersu Uzala (1975)

Yıllar süren büyük bunalımından çıkar çıkmaz beşer yıl arayla çektiği Sovyet yapımı, Dersu Uzala (1975), kariyerimi Akira Kurosawa’ya borçluyum diyen Francis Ford Coppola ve her şeyi Kurosawa’dan çaldım diyen George Lucas’ın parasal yatırımıyla çekilen Kagemusha (1980) ve Shakespeare’ın Kral Lear’ından uyarlanan Ran (1985) filmleri, 80’li yaşlara gelip bir koltukta ölmeyi beklemek yerine çalışıp üretmeyi seçen yönetmenin muhteşemlikte birbirleriyle yarışan üç filmidir. Çağdaşı ve kendinden sonra gelen sinemacıları etkilediği gerekçesiyle Oscar onur ödülü aldığı 1990 senesinde ilk aşkı resim sanatına saygı duruşu ve vefa ile teşekkür amaçlı çektiği (Martin Scorsese’nin de van Gogh’u oynadığı) Yume, 1991’de başrol oyuncusu Richard Gere’ı budist yapan Hachi-Gatsu no Rapusodi ve 1993’te çektiği Maadadayo filmleriyle ölümsüz eserler bırakmaya devam eden bu dev sanatçı 1998 senesinde, bir eylül akşamı hayata veda eder.

Ömrünün sonuna doğru yakaladığı bu sanatsal zirvenin ilk örneği bunalım sonrasına denk gelen Dersu Uzala, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ını, SSCB adına, kazanır. Film, Sibirya’ya keşif amacıyla gönderilen bir Sovyet ordu mensubunun gittiği yerde yaban bir avcıyla tanışması ve onunla olan arkadaşlığını anlatır. Sovyet bir subayın gerçek hikayesinden esinlenerek oluşturduğu bu projeyi 1950’lerden beri çekmeye çalışan Akira, Japonlar’ın bu konu hakkında hiç yardımcı olmamaları sonucu 20 küsur yıl sonra Sovyet parasıyla sonunda çektiğinde filmi de Sovyetler adına yarıştırması kaçınılmazdır.

Bir Japon olarak, Amerikan’ı Sovyetler’e Oscar vermek zorunda bırakır. Böylece Almanlar’ın Polonya’yı işgali ile başlayıp Sovyetler’in Almanya’ya girmesinin ardından Amerikan’ın Japonya’yı atomlaması ile ara verilen savaşı en azından sinema cephesinde noktalar. Başarısız olduğunu düşündüğünden intihar eden bu sanatçının asıl başarısızlığının intihar girişimi olması sevindirici.

Kagemusha (1980)

Hırsızlar ve hükümdarların birbirlerinden ayırt edilemediğini gösterdiği 3 saatlik epik Kagemusha ile Yabancı Dilde En İyi Film (bu sefer memleketi adına), En İyi Sanat Yönetimi dallarında 2 Oscar adaylığı alır ve Cannes Film Festivali’nde büyük ödül Altın Palmiye’yi kazanır.

Suçüstü yakalanan bir hırsızı idama götürürlerken hükümdarına ikizi gibi benzediğini fark eden bir görevlinin teklifi ile adamı öldürmek yerine imparatorun dublörü olarak kullanmaya karar verirler. Bu filmle, yönetmen Kurosawa biz saf seyirciye anlayacağımız şekilde tane tane hırsızlarla hükümdarların birbirlerine tıpatıp benzediklerini anlatır. Bu adam daha ne yapsın? Hırsız mı hükümdar, hükümdar mı hırsız, filmin sonu mu önemli, memleketin sonu mu? Çürümüş bir şeyler yalnızca Danimarka krallığında değildir.

Önceki filmin aldığı Oscar’dan gaza gelen Japon yapımcılar giriştikleri bu iddialı dönem filmine para yetiştiremeyince G. Lucas ve F. F. Coppola üstatları Kurosawa’nın yardımına koşup eksik bütçeyi büyük bir hevesle tamamlar (karşılığında da filmin tüm dünya dağıtım hakkını, aynı hevesle alırlar).

Büyük savaş sahnelerinde 3000 at, 5000 figüran kullanan yönetmen, finaldeki savaş sahnesini 2 ay gibi inanması güç bir sürede çekerken savaşçı grupların tamamına yakınını erkeklerden daha cesur olduklarına inandığı için kadınlardan kurar. Japon kadınlarının erkeklerden aşağı olamayacağını, tamamının eşit olduğunu bas bas bağırıp tüm tepkileri duymazdan gelerek işine bakar.

1982 Venedik Film Festivali’nde tüm kariyeri için verilen Altın Aslan ve 1984’de verilen Fransız Legion d’Honneuor nişanından sonra Shakespeare’in Kral Lear oyununu ortaçağ Japonya’sına uyarlayarak Ran filmini çeker. Kagemusha için bu filmin kostüm provasıydı, diyen Akira, Ran’la en iyi yönetmen Oscar adayı olur ve onlarca kostüm sorumlusunun 2 yıl boyunca tek tek elleriyle hazırladıkları muazzam kostümlerle ise en iyi kostüm Oscar’ını alır. Ran, yaşlanmakta olan imparatorun tahtını üç oğluna devretmesi sonucu bu kardeşlerin sahip oldukları yeni güçle giriştikleri kanlı hesaplaşmayı anlatır.

Ran (1985)

Varını yoğunu bu zor filmi çekmeye harcayan Kurosawa filmin çekimleri sırasında karısını kaybeder. Eşinin yasını tutmak için filme sadece bir (1) gün ara verip kaldığı yerden işine devam eder.

Bu film için ressamlığını da zirvede konuşturan sanatçı hazırladığı çizimlerle filmden bağımsız olarak bir sergi açar ve bu sergi kitap olarak basılır.

Sanata işçilik etmek

Dört kardeşin en küçüğü Akira’nın çocukluğundan beri ilgili olduğu resmin yanında sinemayla tanışması büyük abisinin sinema sevgisi ve sessiz filmlerde anlatıcı olarak çalışması sayesinde olur. İleride bu abisi çıkamadığı bunalımdan dolayı intihar edince ve küçük abisi ve ablasının da hastalık sonucu ölmesiyle yapayalnız kalınca kapkaranlık bir dünyayı filmleriyle aydınlatmaya çalışır. Melankoli ise filmlerinden asla eksik olmayacaktır.

Maadadayo (1993)

Akira Kurosawa, 1993 senesinde, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yıkılmış bir Japonya’da, yaşlanmakta olan mesleğinin ve hayatının sonuna yaklaşan bir profesörün, çalışmalarına artık son vermeye ve kalan günlerini öğrencileriyle huzur içinde geçirmeyi planlamasını ve sonunda mutluluğu bulmasıyla sona eren, bu içinde iyimserlik yağmurlarının yağdığı filmle 83 yaşında yönetmenliğe ve yaralarına (ülkesinin gözü önünde yıkılması, kardeşlerinin ölümü, kendini öldürmek istemesi, karısının vefatı, mesleğini yapamayacak kadar parasız kalmak) veda eder.

Dünyanın Samuray algısını oluşturduğu filmleri, memleketi Japonya’da bu yapıyı eksik, hatta yanlış anlattığı iddialarıyla tepki çeken Akira Kurosawa 1994 senesinde memleketi Japonya’nın insanlığa üstün hizmetinden dolayı verdiği en prestijli ödül olan Kyoto ödülüne layık görülür. Dünyada Mesam’a kayyum atanmaktan daha şerefli şeyler de oluyor.

Eisenstein’a büyük hayranlık duyması sebebiyle bütün filmlerini onun gibi, onun tekniğinden şaşmadan, kendisi kurgulamıştır.

Kurosawa “Kagemusha” setinde

Uzun süren ve verimli geçen, bir filmin oluşturulma sürecinin tamamıyla (yapım, kostüm, dekor, müzik gibi) ilgilendiği asistanlık dönemine çok şey borçludur. Usta çırak ilişkisini yaşayarak, sanatçılığın “elitist” tuzağına düşmeden yapılan işin her aşamasına işçilik etmek insan değerine değer katar.

Hiç tanımadığımız, hiç karşılaşmadığımız insanları, hiç ayak basmadığımız toprağı, hiç dinlemediğimiz masalları, hiç duymadığımız acıları bize tanıştıran sanatçılar ve eserleri sayesinde dünyanın uzak değil yakın akraba olduğunu görmek mutluluk ve umut verici. Uzak Asya’nın, Afrika’nın, Şili’nin, Filistin’in başkenti Kudüs’ün aslında hiç de uzak olmadığını izlediğimiz filmlerden gördük. Sanat pasif, edilgen bir araç değildir, desteklememizi, araştırıp merak etmemizi, insanlığı güçlendirmemizi ve ona sahip çıkmamızı bekler.

John Ford, Sidney Lumet, Theo Angelopoulos, Jean Renoir, Federico Fellini gibi büyük sanatçı meslektaşlarının bazılarıyla ömür boyu arkadaş kalan Akira, bu insanlarla sık sık bir araya gelip sohbetler ettiğini söyler. Sohbetlerin konusu hiçbir zaman sinema olmaz çünkü bu insanların gündeminde, sosyoekonomik olaylar, eğitim, sağlık problemleri, beslenme, barınma ihtiyacı ve kültürel sorunlar gibi daha büyük meseleler vardır. Sinemayı konuşmak yerine yapmayı tercih etmelerinin sonucunun ne kadar iyi olduğunu ise hep birlikte gördük.

Bu dostlarıyla öyle güzel anılar biriktirmiştir ki bunlardan birinde yeni filmi Solaris’i (1972-Kurosawa’nın intihar teşebbüsü ertesine denk geliyor) birlikte izlediği Tarkovsky’yle filmden sonra içki sofrasına oturan Akira, çok içmeyen Andrei’i sarhoş edince neşeye kapılan Andrei masadan kalkıp bağıra bağıra Kurosawa’nın filmlerinden birinin (Shichinin no Samurai) şarkısını söylediğinde ne mutlu şu dünyada hayattayım, diyecek kadar naif ve romantik biridir.

Zaman zaman zayıflasa da asla tükenmeyen inanca, inada, iradeye ve mücadeleye selam olsun.

Artık ayrıyız dostlar

Bulutlarda birbirini yitiren

yaban kazları gibi

Matsuo Basho (17.yy.) (Çeviri: Oruç Aruoba)

Berkay Akbudak tarafından kaleme alınan bu yazı Yön Dergisinden alınmıştır.

What's your reaction?