İşin Profesöründen, En Sıkısından Thrash Metal Ziyafeti: Testament İstanbul’daydı
Boğaç Gökmen
Yılın, duyurusu yapıldığı andan itibaren heyecanla beklenenleri listesinin zirvesindeki konserlerinden biriydi kuşkusuz Testament İstanbul konseri.
Bir yanıyla da düzenlendiği konum bakımından da ezber bozuyordu. Avrupa yakasındaki organizasyonlara alışkın metal dinleyicisi için Ataşehir’deki JJ Arena, keşfedilecek yeni bir coğrafya kıvamında yeni rota olarak belirlendi. Avrupa yakasından gelen metal tutkunlarının metrobüs, metro ve çeşitli otobüs güzergahlarında karşılaşmalarıyla geçen bir bakıma da meşakkatli bir ulaşım süreci sonrası ulaşılan JJ Arena’nın giriş katında bu bol trafikli yol hikayelerini de kapsayan muhabbetlere yorgunluk giderici biralar eşlik ediyor.
Testament birçoklarımız için 15’li yaşlarımıza kadar uzanan 35 yıl civarı bir yolculuk arkadaşı aynı zamanda. Metal tınılarının gönlümüze kurulduğu ilk günlerin mühim ezgilerinin de müsebbibi grupların başında geliyor abiler. Doğal olarak da karşılaşılan her dostla açılan mevzularda büyük sevgi, saygı ve hürmet duyguları havalarda uçuşuyor. Eski albümlere dem vurmalar, Alex Skolnick övmeler, Steve Di Giorgio’nun ilahlık seviyeleri ve Chuck Billy’nin kendine has şarkıcılık esasları ana mevzular oluyor.
Aylardır beklenen konserin giriş sırası zaman geçtikçe uzuyor, “İyi ki Metal var” demeden de geçemiyorum sıranın sonunda yerimi alırken. Bir taraftan da 87 yılına gidiyor, gözümün önüne lise 2 deyken Akmar’da Pentagram’ın dükkanından aldığım, kapağında grubun logosunun fotokopisinin olduğu “The Legacy” çekme kaseti geliyor. Buraya geliş yolu boyunca kulağımda o albümün dönüp durmasında bu ilk göz ağrısı hadisesinin yeri büyük olsa gerek. Testament öncesi DJ setin başında İrem Küçükbulut var. Seyirciyi itinayla Testament’e hazırlayan şarkılar salona yayılırken gecenin de ilk kıvılcımı ateşlemiş oluyor.
Grup çok dakik, tam 21.00’de teker dönmeye başlıyor. İçerisi tıklım tıklım, tarihi günlerden biri yaşanıyor desem yerinde olur. Epifoni organizasyonuyla düzenlenen Testament İstanbul konseri için 19 Kasım akşamı kayıtlara geçiyor. O vakit hazırsak buyurunuz, işin profesöründen ve en sıkısından bir thrash metal deneyimi yaşamak için tam yerindesiniz.
Babalar The Gathering albümünden üst üste iki şarkı ile giriyorlar. “D.N.R. (Do Not Resuscitate)” ve “3 Days in Darkness” henüz yerleşme aşamasında olan kitleyi adeta bir şekerleme kavanozu gibi şöyle bir silkeleyip salonun adamakıllı yerine oturmasını sağlıyor. Hop oradan 2020’deki ve halihazırda son albümleri olan şahsen de pek beğendiğim “Titans of Creation”dan art arda “WWIII” ve “Children of the Next Level” geliyor ki albümü çıktığında ilk dinlediğimde şu şarkıları canlı izleyebilecek miyiz sorumun da cevabı geliyor adeta. Tabii akıllarda daha eskiler, daha iz bırakan, daha sembolleşen şarkılar oluyor böyle durumlarda. Bunlardan biri de elbette “Practice What You Preach”. Şarkı başladığında önüm arkam sağım solum benim de kendimi tutamayıp katıldığım hararetli bir devinime giriyor. İşte metal frekansları böyle bir şey, ansızın sizi alıp salonun bir yanından diğer tarafına vuracak tutku atakları yaratacak kudrete sahip.
İlk gözlemim babaların hayli formda olduğu yönünde. “The Formation of Damnation”dan giriyor, “Dark Roots of Earth”ten çıkıyorlar. Tüm bu arada sahnede basmadık yer bırakmıyorlar. Özellikle basçı Di Giorgio her yerde. Chuck Billy güven veren hissiyatıyla seyirciyle sürekli göz temasında, mikrofon başında nasıl da özel bir ses olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Eric Peterson içindeki patlayan enerjiyi her dakika daha da dışa vuruyor, üstat Alex Skolnick hem ritim hem sololarla devleşiyor, bu adam yönetiyor arkadaş yönetiyor.
Bir ara hangi şarkı hatırlamıyorum. Sahnenin sağındaki hoparlör grubunda çıtırtılar mı geliyor? Peki, acaba salon böylesi yüksek şiddette bir thrash metal konserine uygun teçhizata sahip mi? Büyük ihtimal bu soruların cevabı konser sonrası masaya yatırılır ancak ben her şekilde yaşanan anın tadına varırken kendimi her şarkıda birkaç kulaç daha derine inmekten alamıyorum.
Chuck sürekli pena dağıtıyor ve bir ara da konserin öneminden bahsediyor. Buradan İngiltere’ye gidecekler ve yeni setlisti ilk kez bize çalıyorlar. Çok formda olmaları tespitimin yanına bilhassa da altını çizerek çok da iştahlı olmalarını eklemeliyim ve onları burada yakalamak başlı başına bir şans.
Neredeyse on senedir çalmadıkları “True American Hate”i izlemek keyifli, “Low” ne leziz şarkıdır, ya Chuck’ın dediği gibi Amerikan yerli halklarına adanan “Native Blood”. ‘Baksana arkadaş kaç kere Testament izleyeceğiz şu ülke sınırlarında’ modum giderek tavan yapıyor. Peki o zaman derine biraz daha derine. Çalsalar ne güzel olur listesinden “Electric Crown” geliyor doksanlara ışınlıyor, Chuck, Alex’i sunuyor, alkışlatıyor solo sonrası. “Souls Of Black” doksanlar soundunu sıcak tutuyor. Sona yaklaşırken elbette beklentiler de yükseliyor ve tüm salona sorulsa en yüksek oyu alacak şarkılardan “Alone in the Dark” efsanevi giriş solosuyla tüyleri diken diken ediyor. Tahmin edileceği üzere bu bölümde seyircinin eşliği de müthiş. Chuck küçük bir oylama yapıyor şarkı sonrası, tabii ki eski klasikler seçiliyor ve birkaç şarkı daha derinlere dalışı sürdüreceğiz. “First Strike Is Deadly” hem leziz hem de hiç çalacaklarını ummayacağım şarkılardan biri olarak ziyafet sofrasında yerini alıyor. ‘Bu gözler bunu da gördü’ listesi vardır ya işte oraya büyük harflerle “Trial by Fire” yazmak lazım. O nefis arpej ve solo zamanda yolculuk demek. Beni ve kim bilir salonu dolduran daha kaç kişiyi odasındaki dolabın kapağına “The New Order” albüm kapak görselini yapıştırdığı günlere götürüyor. Keşke bitmesin derken tabii ki kapanışa ne yakışır, gelsin oradan bir “Into the Pit”. Ama o nasıl gelmek. Öne çıkan Steve Di Giorgio thrash metal’in sembol şarkısılarından birini girişte yaptığı bas gitar soloyla zihnimize tekrara kazıyor.
Veda vakti geliyor. Babalar sahneyi terk etmeden tüm samimiyetiyle sağa sola her yana ulaşmaya çalışıyor. Setlistler dağıtılıyor, kalan penalar ve bagetler havada uçuşuyor. Her şey bir yana dünya gözüyle bir Testament izlemiş olmanın tatlı hissiyatı yüzlerden okunuyor. Eh, tabii dönüş yolunu da hesaba kattığımızda aslında pek de oyalanacak üzerine laflanacak zaman kalmıyor.
İşin profesöründen, en sıkısından bir thrash metal ziyafetinin tadı damaklardayken evin yolu tutuluyor. Evet, iyi ki Metal var.
Emeği geçen herkese teşekkürlerle…
Fotoğraflar: Barbaros Pakar (@barbartheos)