Haftanın Kitaplığı – 2 Kasım 2020

Okuyacak çok kitap var seçmek zor diyorsanız yeni çıkan kitaplar arasından yaptığımız derlemeye bir göz atabilirsiniz

KİTAPLARI KURTARAN KEDİ – SOSUKE NATSUKAWA

“Kitapların yüreği vardır,” dedi kedi birden.

“Kitaplar oldukları yerde kaldığı sürece, yalnızca kâğıt tomarından öteye geçmez. Muazzam güç harcanan şaheserler bile, muhteşem öykülerin anlatıldığı büyük eserler bile, kapakları açılmadığı sürece kâğıt parçalarından ibarettir. Fakat insanların duygularını döktükleri, değer verdikleri kitaplar, yürek barındırır.”

Sıradan bir lise öğrencisi olan Rintaro Natsuki, birlikte yaşadığı ve şehrin kıyısında küçük bir kitabevinin sahibi olan dedesinin ölümünden sonra bir başına kalır. Natsuki Kitabevi’nin tavana kadar tıka basa kitap dolu raflarının arasında mutsuz ve umutsuz geçirirken günlerini, nereden geldiği bilinmeyen konuşan bir kedi çıkar ortaya ve her şey birdenbire değişmeye başlar…Kitabevinin koridorları arasında ortaya çıkan gerçeküstü labirentlere girerek, birbirinden fantastik maceralar yaşarlar. Tutsak kitapların kaderi, Rintaro ve bu acayip kedinin elindedir artık…

Kitapları Kurtaran Kedi Japonya’nın çok satan yazarlarından Sosuke Natsukawa’nın kaleminden, kitapların da bir yüreği olduğunu ve başkalarını düşünen bir yüreğin gücüyle insanların mutlu bir hayata gülümseyebileceklerini bizlere hatırlatan bir roman.

EV – NERMİN YILDIRIM

… hayata tutunmak için inanmaya mecbur kaldığımız bütün yalanlar günü gelince açığa çıkıyor. Ve sonra biz ölmüyoruz. Daha kötü bir şey oluyor. Öğrendiklerimizle yaşamaya devam ediyoruz. Nermin Yıldırım bizleri uzun bir yürüyüşe çıkararak, kendini evinde hissedemeyenlerin, evinden zorla koparılanların, kaçmak zorunda kalanların, hiçbir yere sığınamayanların dünyasına ortak ediyor. Sürprizlerle dolu bu yolu adımlarken, bir yandan bir kere koptuktan sonra artık anakaraya bağlanamayan adacıkların uğultulu sesine kulak veriyor, bir yandan da kendimizi seyrettiğimiz aynaların öbür tarafındakilerle yüzleşiyoruz. Romanlarında okuru aile, toplum ve bellek ekseninde yolculuklara çıkaran Yıldırım, duyarlı sesi, nüktedan ve kıvrak diliyle hafızanın iplerini kâh salıp kâh sararak sımsıkı bir yumak oluştururken, “küçük ve muhteşem hayatlarımız”a bambaşka gözlerle bakmamızı sağlıyor.

İKLİM ESTETİĞİ – ERAY ÇAYLI

Başta iklim değişikliği olmak üzere, ekolojinin politikası tartışılırken son yıllarda sıkça kulağımıza çalınan bir terim “Antroposen.” “İnsan Çağı” olarak da tercüme edebileceğimiz bu terim, içinde bulunduğumuz jeolojik devirde, dünyanın işleyişi ve fiziki yapısı üzerindeki en belirleyici etkenin “insanlık” olduğunu ima ediyor.

Peki Antroposen’de bahsi geçen “insan” ve “insanlık” tam olarak kimdir?,İklimin Estetiği, bu soruyu politik ve etik boyutlarıyla ele alırken, politikanın ve etiğin ete kemiğe büründüğü mecralar olan yapılı çevre ve sanatsal üretime odaklanıyor. Kitap “İnsan Çağı”na girildiğine yönelik söylemlerin, apolitik bir “insanlık” tahayyülüne meylettiğine dikkat çekiyor. Bu eğilimin, ekolojinin politikasına dair tartışılması gereken asıl çelişki ve yarılmaları gizlediğini savunuyor.

Eray Çaylı antropoloji, coğrafya, mimarlık ve sanat eleştirisi disiplinlerine temas eden ve şiddet ile afetin görsel ve mekânsal politikasını çalışan bir akademisyen. Antroposen’i toplumsal ve politik içerikten arındırılmış bir “insan” ile diğeri arasındaki, ya da homojen birer toplam olarak tahayyül edilen “insanlık” ile “doğa” arasındaki bir gerilim olarak değil, sömürgecilik, kapitalizm, ırkçılık ve ataerki gibi şedit siyasetlerin müellifleri ve karşıtları arasındaki çelişki ve yarılmalar ışığında ele alıyor. Yazar, bunu yaparken, odağına, hem etiği hem politikayı bünyesinde barındıran ve sanat kadar mimarlığın da başat mecrası olan estetiği koyuyor. Estetiğin, şedit tarihlerin kurumsallaştırılmalarında olduğu kadar sorgulanmalarında da rol oynayabileceğini gösteriyor.

APTALLARLA NE YAPMALI – MAXIME ROVERE

“Sokakta rastlanan binlerce vakada –yolunuzu kesen bir araç, köpeğini tekmeleyen veya yerlere çöp atan biri– başkalarına saygı göstermeyip sıradan sağduyu ilkelerini bile hiçe sayarak birlikte yaşamanın koşullarını ortadan kaldıran kişidir aptal. Gerçekliğin tümüne değinmeden söylenebilecek ilk şey, bu tür davranışların çoğunun yalnızca söz konusu kişiyle ilgili olmaması, daha derin sorunların semptomları olmasıdır: tehlikeli ve zor çalışma koşulları, kaygı verecek kadar çığırından çıkmış eğlence ve tüketim endüstrisi, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen yapıların başarısızlığı gibi. Sadece aptalların sosyal hayatın koşullarını yıkmasını değil, aynı zamanda bu aptalları üreten hasta toplumun işleyişini de hesaba katmak gerek.”

Spinoza üzerine çalışmalarıyla tanınan felsefeci Maxime Rovere’in Türkçedeki bu ikinci kitabı bir etkileşimsel etik denemesi. Sağlıklı bir etkileşim ortadan kalktığında, karşılıklı güven kırıldığında bir otorite vasıtasıyla onu yeniden tesis etmeye çalışırız. Bu da genellikle saldırgan, sert, baskıcı hatta yıkıcı bir tutum olarak kendini gösterir. Kurumlarla ya da arkadaşımızla, patronumuzla ya da bir yabancıyla her gün öyle ya da böyle kendimizi içinde bulduğumuz bu türden etkileşim kazaları karşısında Rovere ahlakçı tutumu devreye sokmak, kendi normlarımızı dayatmak yerine, sinizme ve kayıtsızlığa kaçmadan felsefeye başvuruyor, yani okuru kendi kavramsal savunmalarını eleştirip yeni ufuklar aramaya davet ediyor. Rovere aptallığın, içinde hapsolduğumuz bir sistem olduğunu söylüyor ve bundan kurtulmak için düşüncelerimizi nasıl yönlendirebileceğimizi araştırıyor. Bu kitapta “Aptallarla ne yapmalı?” sorusu “Aptal olmamak için ne yapmalı?” sorusuyla birlikte yankılanıyor.

“Bir kişinin aptallığıyla baş etmek, her iki tarafın çatlaklarından hareketle iki dünyanın iç içe geçerek birbirini değiştirmesi anlamına gelir.”

DOĞUM GÜNÜNÜN İCADI – JEAN – CLAUDE SCHMITT

Jean-Claude Schmitt, ünlü Fransız tarihçi Jacques Le Goff ve Annales Okulu’nun tedrisatından geçmiş, ortaçağ Batı uygarlığı üzerine yaptığı antropolojik çalışmalarla önemli eserler vermiş yetkin bir tarihçi. Doğum Gününün İcadı, bugüne kadar tarihçilerin yeterince eğilmediği günümüzün en olağan ritüelini, kişisel yaşantımızın ritmini belirleyen kutlama törenlerinin en başında sayabileceğimiz doğum gününü inceliyor.

Doğum gününü ne zamandan beri kutluyoruz? Bu çalışma, uzun süre yanıtsız bırakılan bu soruya yanıt verirken şaşırtıcı bir gerçeği açığa çıkarıyor: Bugün kutladığımız şekliyle doğum günü doğrusu çok yeni bir buluş. Gelgelelim oluşumu uzun bir süreye yayılıyor. Schmitt, Goethe’nin 1802’de kutladığı 53. yaş günü kutlamasını varış noktası olarak kabul ederken, çapasını geçmişe doğru fırlattığında çok ilginç bir yapıtla karşılaşıyor: 16. yüzyılın başında, bir ticaret şirketinin maliye müdürü olan Augsburglu burjuva Matthäus Schwarz’ın 23. doğum gününden itibaren tutmaya başladığı resimli Kıyafetname.

What's your reaction?