Haftanın Kitaplığı – 2 Ekim 2022
Okuyacak çok kitap var seçmek zor diyorsanız yeni çıkan kitaplar arasından yaptığımız derlemeye göz atabilirsiniz
YABANCI – BARBAROS ALTUĞ
‘Biz Burada İyiyiz’ ile başlayan üçlemenin son kitabı: Yabancı.
Askeri darbe teşebbüsünün ardından birkaç günlüğüne gitmeye karar verdikleri yurt dışından dönemeyen üç kadın arkadaşın hikâyesi.
Dunya, Tuba ve Suna’nın Cihangir’de başlayan yolculuğu, önce Portekiz’e, oradan Hindistan’a ve Berlin’e uzanıyor. Tuba ve Dunya’nın birlikte hazırladıkları bir haber dosyasına, evleri basılarak el konulduktan sonra bir daha evlerine dönemeyeceklerini anlayan üç kadının her biri kendine yeni bir yaşam yolu çiziyor. Roman boyunca sesini daha çok duyduğumuz Dunya’nın Berlin günleri, 1980 Darbesi’nin ardından annesiyle birlikte bu şehre göç ettiği zamanlara ait anıların yeniden ve farklı bir biçimde ortaya çıkmasına sebep oluyor. Altuğ; gazeteci ve yazarların içine düştüğü durumları, sürgün yaşamını, ırkçı tavrın yıkımını, queer kimliğin maruz kaldığı şiddeti ve dostluğun gücünü tarih için bir günlük kaydederek anlatıyor romanında.
Dışarıda bırakılanların romanı yabancı, Barbaros Altuğ’un sekiz sene aradan sonra Türkçe yayımlanacak ilk kitabı.
“Bir dilin anıları, koku anısına benziyor; bir sözcük duyunca çocukluğuna, güvende hissettiğin yerlere dönüyorsun. Çocuklukta konuştuğun dilde konuşacak biri yoksa? Ya kendi kendine konuşursun ya da benim yaptığım gibi kendi kendine yazarsın. Benim dedem de muhtemelen kendi kendine konuşuyordu, ben şimdi kimseye söyleyemediklerimi yazıyorum. İçimizdeki karanlık ve aydınlık tarihi hatlar kendi içimize yaptığımız kazıyla çıkıyor ortaya, öyle umuyorum, varlığının farkında bile olmadığım hücrelerden, kendi varoluşumu anlamlandırmaya çalışmak. Belki de beyhude bir çaba, belki asla bulamayacağım bir yanıt.”
SPARTAKÜS – LEWIS GRASSIC GIBBON
Yunan köle Kleon, bir sabah erkenden kalkar, zincirlerinden kurtulur, efendisini öldürür ve göğsünde Platon’un Devlet’i saklı halde güneye, köle ayaklanmasının filizlendiği Capua’ya doğru yola koyulur. Ve hikâye başlar.
İ.Ö. 73’te Gladyatör Spartaküs önderliğindeki köle ayaklanması, çağlar boyunca haksızlığa ve baskıya karşı başkaldıranlara esin verdi. İskoç edebiyatının en büyük yazarlarından Lewis Grassic Gibbon, bu tarihsel olayı zengin arka plan bilgilerine dayanarak romanlaştırıyor. Gibbon’un bu ünlü tarihî romanı, sömürülen ve baskıya uğrayanların tarihi olarak okunacak bir eser.
ELIZABETH FINCH – JULIAN BARNES
Julian Barnes, son romanı Elizabeth Finch’de, demirbaş izleklerinden biri olan aşk/gerçek (hakikat) ilişkisini bir kez daha gündeme getirerek bizleri zorlu bir ahlaki sorgulamaya davet ediyor: aşk salt “mutluluk”la ilintili bir duygu mudur, yoksa daha çok “gerçek”le, “hakikat”le mi girift bağlar içindedir? Kendimize çıkış noktası olarak “yapaylığı” almak yoluyla hayata karşı daha gelenek dışı ve bir o kadar da “sahici” bir bakış açısı geliştirebilir miyiz? Ve sanat, edebiyat bize bu arayışımızda ne kadar yol gösterebilir?
Romanın başkahramanı Neil, gençliğinde katıldığı bir vakıf kursunda son derece kendine özgü bir hocanın öğrencisi olur ve ona gitgide daha çok “bağlanır”. Elizabeth Finch’in ölümü üzerine derslerde işledikleri konuları, Finch’in kişisel notlarını ve birlikte geçirdikleri öğle yemeklerini düşünür. “Geçmişimizi yanlış yorumlamak insan olmanın bir parçası”ysa, Neil kendi payına düşen geçmiş ve belleğindekilerle ne yapacaktır? Elizabeth Finch’in onda uyandırdığı duygular ve “gizemli” kişiliğinin sırlarını ve onun hayattaki ahlaki “duruşunu” anlamaya yönelir. Bu yöneliş bir bakıma, bir “iç sorgulama”, bir “yüzleşmedir”…
Julian Barnes, bu son romanında, bir yandan geleneksel tarihsel anlatıların gündemine hiçbir zaman girmeyen kimi “varoluşsal” durumları gün ışığına çıkarma konusundaki ustalığını gösterirken, bir yandan da sürükleyici ve eğlenceli bir kurmaca yazarlığı ortaya koyuyor. Elizabeth Finch sadece çarpıcı bir hikâye değil, aynı zamanda sanatın sahiciliği ve edebiyatın ufku üzerine girişilen zorlu bir arayış çabası.
YARATMA YENİDEN YARATMA – NORTHROP FRYE
Edebiyat teorisine yaptığı dahiyane katkılarla, yaşadığı yüzyılın öncü kuramcılarından olan Northrop Frye, bu kitapta “yaratma” kelimesini kuşatan düşünceler ve imgeler bütününün, edebiyatın yapısını ve imge düzenini nasıl etkilediğini irdeliyor. Geleneksel varsayıma göre doğa, gerçeklik, kurulu düzen, olağan gidiş ve varoluşun kabul etmemiz gereken verileri ile bağlantılı gördüğümüz her şey, yaratmaya, başlangıçta evreni var etmeye yönelik tanrısal edime geri gitmelidir. “Yaratıcı” kelimesi insani faaliyetlere uygulandığında, insani olarak yaratıcı olan, “yaratma” kavrayışımızı derinden sarsan her ne ise odur; yaratmanın tersine çevrilmesi veya etkisiz kılınmasıdır. Bu bizi şöyle bir sonuca götürür: İnsan başarısının az sayıdaki olağanüstü biçimlerinden biri gibi görünen şey -sanatlara özgü yaratma- aslında bir tür yaratmamadır.
Northrop Frye’ın ilk olarak 1980 Larkin-Stuart Konferansları olarak sunduğu bu kitap, okura sanatta yaratma kavramı üzerine ilginç, zihin açıcı ve düşündürücü bir bakış açısı kazandırıyor.
TÜTÜN – DİMİTIR DİMOV
Dimitır Dimov’un unutulmaz romanı “Tütün“, İkinci Dünya Savaşı öncesinde hızla yükselen ve dünya için ciddi bir tehdit haline gelmekte olan Nazizmin Bulgar işbirlikçileri aracılığıyla ülkeye hakim olma sürecinde kurduğu ikiyüzlü ilişkileri, öldürücü rekabeti, entrikaları ve dolapları gözler önüne seriyor. Kitapta bunun yanı sıra işçi hareketindeki tartışmalar, partizan mücadelesinin örgütlenmesi sırasında yaşananlar bu ülkeyi bütün o dönem boyunca altüst eden çalkantılarıyla anlatılıyor.