Finn Andrews Tüm Samimiyeti ve Sıcaklığı İle İstanbul’daydı
Boğaç Gökmen
İlk tanışmamız 2010 yılının bir şubat akşamına denk gelmiş âdeta tutulmuştuk The Veils’in yürekten performansına. Bir sonraki sene tekrar gelmişler, Kasım 2016’da ise Salon İKSV’ye uğramış yine estirmişlerdi. O ilk konserden onca zaman sonra yine aynı yerde ancak bu kez Blind ismiyle müzikseverlere kapılarını açan mekânda alkış tutulacak The Veils şarkılarına.
Aralık ayının 15’i bir cumartesi akşamı nispeten elverişli hava koşullarında Beyoğlu, Tünel, Asmalımescit mevkiine doğru adımlayıp izini sürüyoruz Finn Andrews’un. Grubun kurucu solisti bu kez solo olarak seyirciyi selamlayacak.
Londra’da doğan Finn, oradaki babası ile Auckland, Yeni Zelanda’daki annesi arasında büyüyor. Ergenlik yıllarında devam ettiği okulda daha sonra The Veils’in basçısı olacak Sophia Burn ile tanışıyor. On altıncı doğum gününden kısa bir süre sonra ise The Veils’in ilk albümü The Runaway Found için Londra’ya gidiyor. Şubat 2004’de geliyor ilk albüm.
Kendisiyle özdeşleşmiş geniş çeperli siyah şapkasıyla sahneye çıkıp akustik gitarı omuzuna asıyor. Yanda duran piyano ve akustik gitar gecenin baş rollerini paylaşacaklar. Şarkı listesinin yazılı olduğu katlanmış kağıdı ceketinin sol iç cebinden çıkarıyor. Kalbine yakın bölgeden geliyor şarkı seçimleri.
Sert vuruyor çelik tellere. Şarkının tansiyonunu belirleyen tavrıyla seyirciyi sahneye odaklayan bir açılış. “Not Yet” ile gayet leziz başlıyoruz doğrusu. Piyano başına geçiyor ardından “son albümü dinleyen var mı” diye ekleyerek. Dört akorun birbirini takip ettiği döngüde izleyici de iyice ısınıyor. Direkt duygulara temas eden bu inceci giriş sayesinde.
Tekrar gitarı alıyor ve “Swimming with the Crocodiles” geliyor. Bruce Springsteen’den “State Troper” pek de yakışıyor ve yine piyanonun başında alıp soluğu “The Tide That Left and Never Came Back” çalıyor. Sahne arkasındaki tuğla duvarlardaki yerlerinden hayli memnun kalıplı mumların titreyen alevleri her şeye şahit. Gitar askısını tekrar omuzuna geçirdiğinde “yedi yıl olmuş gelmeyeli, ne kadar çok” diyor. O vakit, arayı kapatacak bu anların hakkını verelim.
Nitekim öyle de oluyor. En çok beklenenlerden olsa gerek “Lavinia” geliyor, belki de daha sonlara doğru çalacağını düşünürken fazla bekletmiyor izleyiciyi. 20 yıl önceye ışınlanıyor Finn’in bakışları. Grubun en özel şarkılarından büyük kitlelerce dinlenmelerinin ana faktörlerinden. Kendi solo şarkısı “One by the Venom” sonrası on dakika ara veriyor.
Indie rock yörüngesindeki şarkıların bu akustik versiyonlarındaki sunum siz deyin Nick Cave ben diyeyim David Bowie’nin erken dönemine göz kırpıyor zaman zaman. Şarkı yazarlığına şapka çıkarttığımız Andrews’un bestelerin ham hallerini aktardığı bu anlar görülmeye değer.
Bir piyano bir gitar gibi ilerleyen performans piyano başında “Someday My Love Will Come” ile sürüyor. Ardından çok yeni bir şarkıya ne dersiniz deyip giriyor. Şarkı tam kıvamını almışken konseri unutulmazlardan biri haline getirecek bir hadise yaşanıyor. Piyano standı çöküyor. Görünmez kaza. Gülüşmeler, kahkahalar arasında, ne yapıyoruz, gitarla devam ediyoruz. İlk albümün ilk şarkısı “The Wild Son” geliyor ki gitar çalarken ara sıra onarılan piyano standına bakış atıp tebessüm etmekten kendini alamıyor Andrews.
Bir dahaki sefere grupla birlikte, yeni albümü kaydedip gelmeyi istediğini söylüyor. Yeniden piyano başına geçiyor. Şehrin arka sokaklarına dalıp çıkan tam bir kara film müziği süzülmeye başlıyor. Ancak şarkı biterken piyano sehpası bu kez ufak ufak alçalmaya başlıyor. Alçaldıkça o da buna ayak uydurup eğilerek çalmaya devam ediyor. Tam şarkı bittiğinde piyano yerde. Eşi benzeri olmayacak bu final salondaki samimi ortamı daha da artırıyor. Belki bir talihsizlik olarak değerlendirilebilecek durum hem seyirci hem de Finn Andrews açısından sıcak ve keyifli anların yaşanmasına neden oluyor, unutulmayacak bir konser anısı olarak kayıtlara geçiyor kuşkusuz. Teşekkür edip sahneden ayrılsa da yoğun alkışlarla yeniden çıkıyor sahneye. Piyanonun sağına soluna bakıp yine o hınzır tebessümüyle oturarak son şarkıya başlıyor.
Finn Andrews solo performansıyla izleyiciyi avucuna almayı biliyor. İletişimi, şeytan tüyü barındıran vücut dili, samimi ve duygu yoğun aktarımı ile zihinlerde yer edip, tadı damakta kalan konserler listesine eklenen bir İstanbul konserine daha imza atıyor.
Artık kendisinden bir sonraki randevu haberini bekleyeceğiz.
Ve dediği gibi bu kez yeni albümü kaydedip grupla birlikte.
Fotoğraflar: Erdem Aydın (@erdemthemusic)