Eli Kanlı Matadorlara Karşı Bir İspanyol Boğası: Luis Bunuel

Berkay Akbudak

Bir memleketin sanatçıları o memleketin dönenip duran mevsimleri gibidir. Mevsim ne kadar iyi geçerse o memlekette hayat o kadar iyi yaşanır. İyi geçen bir mevsimde memleketin verimi, bereketi artar, dolayısı ile halkın refah ve özgürlüğü de. Tarih bu özgürlüğe düşman kişileri ve o kişilerin takipçi topluluğunu tekrar tekrar yazmıştır. Her millet işçileir, bilim insanları, akademisyenleri ve sanatçılarıyla bir olup bu düşmanla gerekirse ölümcül bir mücadeleye girmelidir. Sanatçı bu savaşta tek başına yeterli olamaz ama diğer mücadeleci grupları örgütleyebilir, motive eder, güçlendirir, umut verir, bilinçlendirir, eğitir ve mutlaka mutlu eder. Mutsuz eden sanat yoktur, bu doğanın varoluşuna aykırıdır. Üzücü, yıkıcı, karamsar bir sanat vardır elbette fakat o da insanlığın özgürlüğü ve refahı için çalışır. Sanat medeniyetin hizmetçisidir. Mağaraya çizilen ilk resimlerden beri bu böyledir.

Bir sanatçının büyüklüğü eserlerinin büyüklüğüyle ölçülür. Yüz Yıllık Yalnızlık’ı yazan Marquez başka tek bir satır dahi yazmasa yine ölümsüz olur, Yaşar Kemal tek bir cilt İnce Memed’i miras bırakmış olsaydı yine sıradağ gibi devleşirdi.

Sanatçılar birbirlerinden habersiz aynı dertleri duyar, okur bazen. Hayvanın, rüzgarın lisanını ana dili gibi konuşur. Bu özelliğiyle kişi saygınlık elde eder. Sanatçı, asıl saygınlığı eylemleriyle kazanır, ne yapmış ne etmiş bakılır, eylem insanı bir sanatçı tadından yenmez.

Eserin kendisi, sanatçının eserini ne zorluklarla, ne imkansızlıklarla yarattığının, çalışıp bitirdiğinin hikayesinden daha değerlidir. Sanatta doğru yanlış diye kural ayrımı yoktur, illa bir ayrım yapılacaksa (kişiye göre değişen) güzel ya da güzel değil (bir esere çirkin demeye dil varmaz) diye ayırabiliriz.

Sanat eserinin büyüklüğü ise kalıcılığıyla ölçülür, ömrünün uzunluğu ile belli olur. O yüzden bu büyük sanatçılar günümüze kadar ulaşan eserlerinden sadece bir tanesini bile üretmiş olsalar çok büyük ve derin bir saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar. 250 yıl öncesinin Mozart’ının dostu/düşmanı olan meslektaşları vardı elbette. Onun kadar iyi eser vermiş olanlar da onun gibi günümüzde yaşamaya devam ediyor ama birçoğu çoktan samanyolunun tozları oldular. Bazı eski eserleri günümüzde ilk duyuşta/görüşte sevmemizin, sorgusuz sualsiz kolayca kabul edebilmemizin en büyük sebebini eserin güzelliğinin yanında işte bu ölümsüzlük testini başarıyla geçip önümüze kadar gelmesine bağlayabiliriz.

Bunuel, Dali ve Endülüs Köpeği

İşte onlarca, yüzlerce ölümsüz sanatçı arasından kendimize dert edip paylaşmak istediğimiz kişi bir İspanyol mitolojisi kahramanına evrilmiş sayılan sinema adamı Luis Bunuel’dir. Henüz 1,5 aylık bir yüzyılın içine, 22 Şubat 1900’de doğan Bunuel  1983 yılında ölerek 20. yüzyılın neredeyse tamamında yaşamış, yaşamakla kalmayıp filmleriyle dünyaya renk katmıştır (siyah beyaz filmleri dahil).

İşte bu Katalan sanat adamı, sonradan Franco yalaması katıksız bir faşist olacak, o zamanlar yakın arkadaşı olan Salvador Dali ile ortak yaptığı Un Chien Andalou – Endülüs Köpeği (1929) adlı ilk filmi onun tek eseri olmuş olsaydı dahi yine ölümsüz olurdu. Franco lağımının açıcı pompası Dali’nin yanında, yine okuldan arkadaşı, yine memleketlisi Federico Garcia Lorca da yakın dostudur (Hani şu bilindiği üzere dünyanın en iyi şairlerinden, “ne gariptir Federico adında olmak” diyerek ülkesinin özgürlüğü ve aydınlığı için Cordoba yollarında faşistlerce kurşunlara dizilen Federico Garcia Lorca).

Calanda, Aragon’da doğup büyüyen Bunuel, ilk gençliğinin büyük kısmını sıkı bir Cizvit öğretisiyle geçirdikten sonra yukarıda adları anılan arkadaşlarıyla tanışacağı sanat akademisinde okumak üzere Madrid’e yerleşir. André Breton’un ünlü manifestosu ile kendini göstermeye başlayan Gerçeküstücü akımdan etkilenen üçlü, bu akımın daha aktif üyeleri olmak adına zamanın sanat gezegeni olan Paris’e gider. Burada kalabalık ve birbirinden özgün Gerçeküstücü sanatçılar ve J. Lacan gibi bir psikanalist ile yakın dostluklar kuran Bunuel, bu kolektif etkinin gazıyla oluşturduğu Gerçeküstücü sinemanın tam anlamıyla ilk uygulayıcısı olarak kabul edilir.

Yönetmen, sinema sanatının gelmiş geçmiş en özgün, en yaratıcı isimlerinden biri olmaya giden yolu daha ilk filmiyle (kısa film olmasına rağmen, 18 dakika) inşa etmiştir. Un Chien Andalou sinema tarihinin en provokatif filmlerinden biridir. Sonraki filmlerinde, aldığı Cizvit eğitimi yüzünden dini, psikanalize olan özel ilgisi yüzünden de yıkıcı insan davranışlarını filmlerine bol bol malzeme edecektir. Yıkıcı, eleştirel, muhalif, sorgulayıcı, hesap sorucu, doğruyu işaret etmek yerine başta ahlakçılık olmak üzere yanlışı insanın suratına çarpma amacı güden filmler çekmiştir. İstisnasız bütün filmleri bu özellikleri taşır.

Bunuel, her büyük sanatçı gibi kendinden önceki sanatçıları ve dönemleri iyi özümseyip kendi yeteneği ile yaratıcılığını kullanıp sinema aracılığıyla yepyeni bir anlatım dili kurduğu için büyük bir sinemacıdır. Çok inandırıcı gelmese de inanması zevkli hikayeye göre Bunuel filmin ilk gösteriminde, Paris’te perde arkasında, olası bir seyirci saldırısına karşılık milletin kafasına atmak üzere cebinde taşlarla beklemiştir. Sandığının tersine film çok iyi tepkiler alır. Bir başka memlekette benzer bir film çekmiş olsaydı yanında çakıl taşları değil de yangın söndürücü bulundurması hayatta kalmasına yardımcı olurdu zira seyirci salonu benzin döküp ateşe vermeyle sonlanan bir öfkeye kapılabilirdi.

Bunuel’in bir bulutun ayı jilet gibi kesip ikiye böldüğünü gördüğü rüyasını Dali’ye anlatmasıyla yazılmaya başlanan ve senaryodan başka her şeye benzeyen metinde tarif edilen, gerçekte ölü bir dananın gözü kullanılarak çekilen bu sahne bugün bile perdede seyredilen en rahatsız edici görsellerden biri olmaya devam ediyor.

Otoritelerin en büyüğü olan dine karşı tavır almak amacıyla din adamlarını filmlerinde kullanması, hatta onlarla dalga geçmesi gibi baskın eylemlerinin ilki de bu filmde bizzat Dali’nin oynadığı papazlarda görülebilir. Filmin gösterimlerinde daha 2. Dünya Savaşı çıkmadığı için düşmanımız olmayan Wagner’in “Tristan und Isolde” eserini çaldıran Bunuel savaş çıkınca 60’lı yıllara kadar bunu yasaklamıştır.

Kiliseye ve burjuvaziye saldırı

Bitmiş film ellerinde gezen iki kafadar Bunuel ve Dali, ortak bir tanıdıkları sayesinde kendisi de yeni bir kısa film bitirmiş olan büyük fotoğraf sanatçısı Man Ray ile tanışınca gösterim şansı bulurlar. Film, dönemin (bugün de) en ciddiye alınan seyirci topluluğu olan Fransızlar tarafından beğenilince ertesi sene bazı sanat koleksiyonerleri sonradan büyük pişmanlık yaşayacaklarını bilemeden ikilinin yeni filmini finanse eder. İlkine göre çok daha sert bir film olan L’age D’or (1930), katolik kilisesine ve burjuva sınıfına çok ağır saldırılar içeren bir filmdir. Bunuel, bu filmle egemen bir sınıf olarak tanımladığı ve açık açık maddi manevi sömürgeci ilan ettiği kilisenin yani direkt papalığın dünya burjuvazisine hizmet ettiği düşüncesinden hiç vazgeçmez, kiliseye ve burjuva sınıfına hayatının sonuna kadar saldırmaya devam eder.

Sonrasında büyük ekonomik buhranın alt sınıfı kırdığı en ağır sene olan 1933’de İspanyol işçi sınıfının yokluk içindeki yaşam mücadelesini konu eden Las Hurdes belgeselini çekerek şiddetli saldırılarına devam eder, film tabii ki yasaklanır.  Saldırının dozunu arttırıp skandallar yaratmak isteyen Luis memleketinde iç savaş çıkınca ABD’ye iltica eder. New York Modern Sanatlar Müzesi film bölümünde ve Warner Bros.’un İspanyolca dublaj bölümünde çalışarak geçinir. Bu süre boyunca hiç film yapmayan mutsuz Bunuel, artık Francocu bir faşist olan Dali’nin başını çektiği bir grup jurnalcinin saldırısı altında ABD’den ağır siyasi baskı görmeye başlayınca 40’lı yılların başında (1948’de vatandaşı olacağı) Meksika’ya yerleşir. Sonunda 1950 senesi geldiğinde, kendisine Cannes Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü kazandıran Los Olvidados adlı muhteşem filmi çeker. 1931 senesinde İspanya Komünist Partisi’ne üye olan Bunuel bu filmle uzun yıllardan beri içinde dert olan bir konuyu, hayatın en haklı ve acı savaşını verenin yoksullar ve çocuklar olduğu gerçeğini ele alarak yoksul çocukların hayat kavgasını anlatır.

Büyük bir ödül kazanmış olmanın başarısıyla akıntı suyuna kürek çekip salını yüzdürmek yerine 50’li yılları düşük bütçeli ama kendine açtığı yokuşlu yolu tırmanmaya devam edeceği filmler çekerek geçirir. Bu filmler küçük kitlelere hitap etmiş olsa da saygınlığına saygınlık, değerine değer katmıştır. Bu dönemde birçok çevreden İspanyol dili ve kültürüne önemli hizmetler verdiği gerekçesiyle büyük değer gören sanatçı, generallerin en generali benim diyen katil kasap Francisco Franco tarafından artık evine, memleketine dön çağrısı alır. Faşist diktatörlerin başına gelen en güzel şey dönüp dolaşıp sanatçılarının kıçını yalamak zorunda kalmalarıdır. Bunuel, birçok “saraysever” sanatçının birkaç belediye konseri karşılığı koşa koşa salyalar saçarak kabul edeceği bu teklifi, gerçek bir sanatçının gerçek bir diktatöre yapması gerektiği gibi elinin tersiyle iterek, hatta ne itmesi Viridiana (1961) filmini çekerek elinin tersiyle tokatlayarak reddetmiştir. Film, Franco sürüngeninin şahsi rahatsızlığından dolayı fakat dinsizlik suçlaması gerekçe gösterilerek İspanya’da sansürlenir. Film Hz. İsa ve havarileri yerine son yemekte İspanya’nın yoksul halkının ziyafet çektiği final sahnesi ile ölümsüzleşir ve Vatikan’dan ağır bir kınama yer. Bu Bunuel için acı ama gurur verici bir madalya sayılmalı. Film, Cannes Film Festivali’nde büyük ödül olan Altın Palmiye’yi kazanır. Bunuel ödülü kahraman ve özgür Meksika ve İspanya halkları adına alır. Bu başarı ile yıllardır mücadele ettiği parasal ve sansür gibi kısıtlamalardan biraz olsun kurtulur. Artık filmlerinde dönemin büyük Avrupalı starlarıyla çalışma imkanı bulan yönetmen bu sayede daha kalabalık bir kitleye hitap etmeye ve onların bir kısmını kültürel ve siyasi vizyon kazandırarak etkilemeyi sürdürür.

Yanki’ye teslim olmayı reddetmiş bir yönetmen

ABD’de yaşadığı zamanda, daveti üzerine artık yaşayan efsane olmuş Charlie Chaplin’e konuk olan Bunuel bu buluşmadan sonra Chaplin’den nefret etmiş ve onun gerçek bir sübyancı olduğu gerçeğini hiç çekinmeden dile getirdiği biyografi kitabında (Son Nefesim, İmge Kitabevi) ölümünden sonra tüm eserlerinin yakılmasını vasiyet etmiştir. Gerçek bir gerçeküstücü hezeyan olan bu dileği ne mutlu ki kimse ciddiye almamıştır.

Luis Bunuel filmleriyle, din ve devlet birleşir, birbirine karışırsa en kaba özetiyle her türlü baskı ve kan dökmenin önünde hiçbir engelin kalmayacağını söyleyerek laikliğin insana ve doğaya yaşam alanı açtığının altını bir aydın bilinciyle kalın kalın çizmiştir.

Kültür gücü, devletlerin dünyaya hükmetmek için kullandığı araçlar içinde ekonomik ve askeri gücün zaman zaman üzerine çıkan bir güçtür. Üstelik top, tüfek, tank, uçak, roket almaktan çok daha düşük maliyetlidir. “Amerikan oldukları için hak etmedikleri bir şöhrete sahip olan Hemingway gibi ikinci sınıf yazarlar, Paraguaylı veya Türk olsaydı onları kimse okumazdı” gibi iddialı tespitleri olan Bunuel’e “Luis hocam, bu arada çatır çatır Türkçe yazan birinci sınıf Yaşar Kemal’i bütün dünya okudu, bilgine.” demek isterdim.

Meksika’da çalıştığı dönemde zaman zaman Fransız yapımı filmler de çeken Bunuel, bir çok çağdaşının düştüğü tuzağa asla düşmemiş, hiç Hollywood filmi çekmemiştir. Gelen Amerikan sargısı ya da süt tozu yardımı tekliflerini reddetmiş, Yanki’ye teslim olmamıştır.

Sürekli başka isimlere yamanan “Tanrı’ya şükür ateistim” sözünün gerçek sahibi olan Bunuel, Fransa’da çektiği filmlerden olan (çoğunluğa göre başyapıtı), Joseph Kessel’in romanından uyarlama Belle de Jour (1967) filmiyle Venedik Film Festivali’nde Altın Aslan ödülünü kazanır. Film, hali vakti yerinde, işiyle ve para kazanmakla aşırı meşgul olduğu için ortalıklarda gözükmeyen bir adamla evli, dünyalar güzeli Severine’in (dünyalar güzeli Catherine Deneuve’ün muhteşem canlandırdığı) sıkıntısını gidermek, hiçbir hedef barındırmayan hayatını renklendirmek için, sadece gündüzleri müsait olduğundan bu vakitlerde gönüllü fahişelik yapmasını konu alır. Yönetmen bu filmle yine tiksindiği burjuva yaşamı ve ahlakına cebindeki en sivri taşları savurur. Film, duygusuz, ruhsuz, anı yaşamayı hiçbir şey yaşamamak sanan insan tipinin çirkinliğinin bir tarifidir.

Bunuel’in 1970’te çektiği Tristana, düşük insanı, bozulmuş ahlakın en ilkel ve en kolay anlaşılır işareti olan sapkın cinsellik üzerinden anlattığı gayet özgün bir başka filmdir.

1972 tarihli filmi Le Charme Discret De La Bourgeoisie ile Fransa adına en iyi yabancı film Oscar’ı kazanır ve en iyi senaryo dalında da bu ödüle aday olur. Kırk yıl önceki refleksinden zerre yitirmemiş usta, yine gördüğü rüyalardan hareketle, konu bütünlüğü anlaşılmaz gibi gözükse de çok net mesaj veren (mesajı isminden malum, Burjuvazinin Dayanılmaz Cazibesi), Gerçeküstücülük’ten çok sonra gerçeküstücü bir başyapıt koyar önümüze.

Böyle olur Bunuel’in vedası

1977 senesi geldiğinde yine en iyi senaryo ve bu sefer memleketi İspanya adına en iyi yabancı film dallarında Oscar adayı olan son filmi Cet Obscur Objet Du Desir filmini çekmek için, Franco’nun da ölümü üzerine sevgili İspanya’sına döner ve bu alışılmışın dışında, hatta alışılmamışın da dışında olan aşk filmiyle memleketine elvedasını sunar.

Memleket tabii ki en değerli beşik, en değerli hanedir. İnsan memleketine küskün, kırgın dahi olsa, başkalarının memleketine sürülmüş dahi olsa, kendi vatandaşlarından zulüm, işkence dahi görmüş olsa memleketini sevmeyi terk etmez. Yoksa güzeller güzeli Lorca şu dizeleri yazıp, Paris’teki rahat hayatını terk ederek memleketini savunmaya ölüme gider miydi? Dünyanın bütün cumhuriyet savunucusu şehitlerine selam olsun.

 

“Dinle, çocuğum ıssızlığı.

Dalgalanan ıssızlığı,

vadilerin kaydığı ıssızlığı,

yankıların olduğu ıssızlığı,

alınları toprağa eğilten ıssızlığı”

  1. G. Lorca (çeviri: Sabri Altınel)
*Berkay Akbudak tarafından kaleme alınan bu yazı Yön Dergisinden alınmıştır.

What's your reaction?