Ela Uysal yazdı: Şans ve şanssızlık üzerine… Dört Yapraklı Yonca Nasıl Yapılır?
Ben küçük bir çocukken yonca tarlasında dört yapraklı bir yonca bulmuş, çok şanslı olduğuma sevinmiş, sonra o şansın ne işe yaradığına bir türlü karar verememiştim. Sonra biraz büyüdüm. Şanslı biri olmanın değerine çok inanmayı öğrettiler bana. Birine şans dilediğimde onun hedefine engelsiz ve kolay ulaşmasını kastetsem de neyin şans, neyin şanssızlık olduğunu bilmeden söyledim. Sonra daha da büyüdüm. Şanssızlığından dem vuran, kötü şeylerin hep onları bulduğunu düşünen ve bunu birçok kanıtla destekleyen çok sayıda insan tanıdım. Çoğu zaman bu inançları öyle sağlamdı ki, onlara karşı çıkacak, onlarla tartışacak fırsatı da bulamadım. Lao Tzu’dan bu öyküyü de anlatamadım onlara pek çok zaman… İşte şimdi kıssadan hisse için bir fırsat yaratıyorum burada kendime…
Köyün birinde fakir bir çiftçinin çok güzel bir atı varmış. Kral bu atı görmüş, çok beğenmiş ve at karşılığında ihtiyar çiftçiye büyük bir servet teklif etmiş. İhtiyar, kralın teklifini kabul etmemiş çünkü atını dostu olarak görüyormuş. Fakat çiftçi bir sabah kalkmış ki, at yok. Köyün ahalisi ihtiyarın başına toplanmış: “Bu atı sana bırakmayacakları belliydi. Krala satsaydın, ömrünün sonuna kadar beyler gibi yaşardın. Şimdi ne paran var ne de atın!” demişler.
İhtiyar: “Karar vermek için acele etmeyin,” demiş. “Sadece at kayıp,” deyin, “Çünkü gerçek bu. Ondan ötesi sizin yorumunuz ve verdiğiniz karar. Atımın kaybolması bir şanssızlık mı, yoksa şans mı? Bunu henüz bilmiyoruz.”
Köylüler ihtiyara kahkahalarla gülmüşler. Aradan on beş gün geçmiş ve at bir gece ansızın dönmüş. Meğer çalınmamış, dağlara gitmiş. Dönerken de vadideki on iki vahşi atı peşine takıp getirmiş. Bunu gören köylüler ihtiyara gidip, “Sen haklı çıktın. Atının kaybolması bir talihsizlik değil adeta bir devlet kuşu oldu senin için, şimdi bir at sürün var,” demişler.
“Karar vermek için gene acele ediyorsunuz,” demiş ihtiyar… Bir hafta geçmeden, vahşi atları terbiye etmeye çalışan ihtiyarın tek oğlu attan düşmüş ve ayağını kırmış. Evin geçimini sağlayan oğul şimdi uzun zaman yatakta kalacakmış. Köylüler gene gelmişler ihtiyara. “Bir kez daha haklı çıktın,” demişler. “Bu atlar yüzünden tek oğlun, bacağını uzun süre kullanamayacak. Sana bakacak başkası da yok. Artık daha zavallı olacaksın”. İhtiyar “Siz erken karar verme hastalığına tutulmuşsunuz,” diye cevap vermiş.
“O kadar acele etmeyin. Oğlum bacağını kırdı. Gerçek bu. Ötesi sizin verdiğiniz karar. Ama acaba ne kadar doğru?”
Birkaç hafta sonra düşmanlar hanedanlığa çok büyük bir ordu ile saldırmış. Köye gelen görevliler, ihtiyarın kırık bacaklı oğlu dışında bütün gençleri askere almışlar. Köylüler, yine ihtiyara gelmiş, “yine haklı olduğun kanıtlandı,” demişler. “Oğlunun bacağı kırık ama hiç değilse yanında. Oysa bizimkiler, belki asla köye dönemeyecekler. Oğlunun bacağının kırılması talihsizlik değil, talihmiş meğer…”
“Siz erken karar vermeye devam edin” demiş, ihtiyar. “Oysa ne olacağını kimseler bilemez. Bilinen bir tek gerçek var. Benim oğlum yanımda, sizinkiler askerde. Ama bunların hangisinin talih, hangisinin şanssızlık olduğunu bilmiyoruz”
Bu öyküye çarpıcı bir son bekleyenleriniz olabilir ama bu pek mümkün görünmüyor. Tıpkı yaşamın kendisi gibi döngü devam ediyor, öyküler yeni öykülere bırakıyor yerini. Ve ihtiyar haklı… Tüm bu olaylar geçidinde bilmediğimiz birçok şey var ve olmaya da devam edecek. Neyi bilmediğimizi de bilemeden üstelik…
Elbette yaşamda zengin bir ailenin tek varisi olarak dünyaya gelmek veya yoksul bir Afrika ülkesinde doğmak gibi, adına “şans” veya “şanssızlık” diyebileceğimiz birçok durum var. Evet, kaç puanlık bir zekayla, kimin çocuğu olarak, nasıl bir sosyal çevreye, hangi ekonomik şartlara gözlerimizi açtığımız yaşamdaki konforumuzu, başarımızı, sağlığımızı, gelecek nesillere bırakacağımız değerlerimizi bile belirleyen şeyler. Mutluluğun garantisi olmadıkları halde, yine de avantajlı-dezavantajlı skalasındaki konumumuzu belirliyorlar. Kendimizin veya seçimlerimizin belirleyemeyeceği, elimizde olmayan sürüyle olay ve olasılık var. Bunu kabul ediyorum.
Ancak, ya olasılıklar denizi içerisinde karşılaştığımız ve bizi olumsuz etkileyen şeylerin önemli bir kısmı da erken karar verme hastalığımızdan geliyorsa?
Bir otobüsü kıl payı kaçırdığımızda neden ilk yaptığımız kör talih hakkında atıp tutmaktır? O otobüsü yakaladığınızda güzel bir yolculukla işimize zamanında varmamız daha kuvvetli bir olasılık gibi görünse de o kaçırmanın bizi çok daha büyük başka bir dertten kurtarmış olması ihtimali de yok mudur? 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan saldırıda işe geç kaldığı için kurtulan biri gibi örneğin… Sevdiğimiz kişi bizi terk etse, bunun başımıza geldiğine kızar, bedbahtlığımıza bahtsız olduğumuz düşüncesini de ekleriz. Ne de olsa, bunu hak edecek bir şey yapmamışızdır! Hayat bize doğru davranmamıştır, sevdiğiyle ‘mutlu mesut’ yaşayan nice insan gibi şanslı değilizdir. Bu terk edilmenin hayrımıza olduğu ihtimalini aklımıza bile getirmek istemeyiz. Bu ayrılığın daha güzel rastlantılara fırsat vermesi veya yalnızlığın bizi daha mutlu etmesi de bir olasılık değil midir? İşimizden atılsak, çok daha iyi bir işin bizi bekliyor olduğunu varsaymak safça gelebilir. Bunun çokça örneğini görmüş olsak da ilk hesaplaşmamız “şanssızlığımızla” olur, ilk didişmemizi “kör talih” ile yaparız. Kim bilir belki de olayın doğası budur.
Oysa en şanssız gibi görünen durumlarda bile yapılacak iyi bir şey yok mu? Diyelim ki yaptığımız yanlış bir yatırımdan büyük para kaybettik. Bu olayın iyi bir yanı olma ihtimali de hiç akla gelir gibi değil. Burada yapılacak en iyi şey ikinci oku atmamak olabilir. İlk ok, olayın kendisidir. Zarara uğramak, isteğin gerçekleşmemesi, tatsız bir olayla karşılaşmak gibi… İkinci ok ise kendi kendimize attığımız, bizi bazen olayın kendisinden de çok yaralayan “ama bu haksızlık” diyen, “ne şanssızım,” diyen, “yine mi beni buldu” diyen iç sesimizdir. İkinci ok daha zehirlidir, daha çok kanatır yarayı… Bu iç sesi susturmanın kolay olmadığını söyleyebilirsiniz. “Susturmaya çalışmak yerine fark etmek” yeter bence.
Hayat bir çarkıfelek misali dönüp durarak çeşitli olayları karşımıza çıkarıyor. Çarkın nerede durup neyi işaret edeceğini bilmiyoruz. Bazen iyi dediklerimiz kötü, kötü dediklerimiz iyi sonuçlar getiriyor. Safça bir iyimserlikle hep olumluya odaklanmak gerçekçi görünmese de büyük düzenin sandığımız gibi her zaman aleyhimize işlemediği de bir gerçektir. Şanslı olmak elimizde değildir ama bir çeşit öğrenilmiş çaresizlikle gelen şanssızlık düşüncesinin aşılması gereken bir yanı vardır. Üç yapraklı yoncanın dördüncü yaprağı çoğu zaman bizdedir. Bu yüzden ben dört yapraklı yonca bulamadığımda üç yapraktan birini ikiye bölüyorum…