Duyarlılık Hapishanelerinden İnsan Manzaraları “Duyarlılık Üzerine Bir Sorgulama”

90’lı yılların başında döne döne dinlediğim şarkılardandı Elton John’un Sacrifice’ı. İlk gençlik yıllarının romantik anlarına eşlik eden, fon müziği olan müthiş bir parça. Bitmiş bir ilişkinin ardından yaşanan duyguları anlatıyordu. Ama şarkının hikayesinden bağımsız olarak çarpıcı bulduğum ve hala zaman zaman hatırladığım bir cümle var içinde. “Sensitivity builds a prison” …  Yani “duyarlılık bir hapishane kurar…” Yıllar sonra duygu değişimi, duyarsızlaşma teknikleri konularında çalışmaya başlayınca bu söze daha çok anlam yükledim, onun doğruluğuna daha çok inandım. Duyarlılıktan gelen, içerisinde acı çekmeye kendimizi mahkûm ettiğimiz demir parmaklıklarımız, hücrelerimiz, zindanlarımız vardı. Bazen şartlı tahliyede, bazen müebbette idik… Sörümüz Elton, tam olarak bunu mu kastetmişti bilmiyorum ama ben duyarlılık hapishanelerimizi kendi bakış açımdan anlatmak istiyorum.

“Duyarlı kişi” sözünü genel olarak çevresinin ihtiyaçlarına anlayış gösteren, saygılı ve düşünceli anlamında kullanırız. Şimdiye kadar “Ne kadar duyarlısın!” diyerek kimseyi eleştirdiğinizi sanmıyorum, ama “Ne kadar duyarsızsın!” diye kaş çattığınız olmuştur. Duyarlılık birçok zaman övgü ve yüceltme anlamları taşır. Aksine duyarsızlık ise “bir adamsendecilik, bir vurdumduymazlık, bir dünya yansa umurunda değilcilik” … Ve bu özelliklerle birlikte gelen çevreye, insanlara saygı göstermeyen, değer tanımayan anlamları da yüklenebilir. Örneğin toplumsal olaylara, çevreye duyarlı dediğimizde topluma ve çevreye katkı sağlayan insanlar canlanıyordur gözünüzde. Peki hal böyleyken ben neden size ‘duyarlılık hapishanedir’, diyorum?

Biz her ne kadar olumlu amaçla kullansak da kelimenin kendi başına olumlu bir anlamı yok. Duyarlı olmak, hassas ve etkilere karşı açık olmak demek. Bir olaydan, durumdan veya tavırdan etkilenmek demek. Yol kenarında yaralı bir yavru köpek görsek, böyle bir olaydan etkilenme ihtimalimiz çok yüksek. Ancak bu etki karşısında vereceğimiz tepki de bir o kadar çeşitli. Köpekciği kucağımıza alıp veterinere götürebiliriz, görmeye tahammül edemediğimiz için hızla oradan uzaklaşabiliriz, çığlıklar atarak ortalığı ayağa kaldırabiliriz, yardım çağırabiliriz veya -diyelim ki elimizde uygun bir silahımız var- köpeğin acısına son vermek için onu öldürebiliriz. Bu davranışlardan hangisinin etik olarak doğru olacağı bir felsefi tartışma konusu. Örneğin Kant’a göre sırf acıdığınız için bu köpeğe yardım etmeniz ahlaki bir eylem sayılmazdı. Ona göre doğru diye yaptığımız şeyleri duyguya değil akla dayandırmalıydık. Kant’ın etik görüşlerini benimsemeyebiliriz ama yaklaşımı dikkat çekici. Aynı konuyu farklı değerlendiren birçok görüş bulabiliriz. Ancak yaralı köpek hikayesinden çıkarabileceğimiz kesin bir sonuç var ki; o da “bir durumdan etkilenmiş olmak en doğru tepkiyi ortaya koymamızı sağlamaz”. Hatta hassasiyetimiz beraberinde yoğun duyguları da getirdiği için sağlıklı tepki vermemiz zorlaşır. Aşırı stres durumlarında ilkel beynimiz işleri ele alır ve durumu yeterince analiz etmeden kaçma veya savaşma tarzı tepkiler doğar. Yani güçlü duygular işin içine girdiğinde artık özgür değilizdir, sağlıklı seçimler yapamayız. Kim bilir belki de Kant’ın demeye çalıştığı da buydu.

İşte tam da bu noktada duyarsızlaşma gibi bir olanak imdadımıza yetişir. Haydi gelin isterseniz alışma ve rahatlama sözcüklerini de ekleyelim. Alışmak doğamızda olmasa, her olaya ilk andaki gibi hassasiyet göstersek ne zor olurdu işimiz! Büyük acılarla baş etmemiz, bazı travmaları atlatmamız imkânsız olurdu. İnsan türüne hayatta kalma mücadelesinde önemli bir silah olmuş bu kurgu. İyi şeyler söz konusu olduğunda alışmak tatminsizlik getirse de zorluklarla baş etmede büyük şansımız. Aynı olayın tekrar tekrar yaşanması veya hatırlanması hassasiyetimizin azalmasına neden olur, bir süre sonra rahatsız ediciliği ortadan kalkar. Bir gün markete girdiğimde bozulan alarm sisteminin sürekli tekrar eden korkunç sinyal sesiyle karşılaştım. Ses o kadar rahatsız ediciydi ki, kasadaki görevliye, “Nasıl dayanıyorsunuz buna?” diye sormadan duramadım. “Biz duymuyoruz ki, alıştık” dedi görevli. Tıpkı tren yolunun kenarında oturanların artık tren sesini duymaz oluşu, çok acı yiyen birinin artık acıdan yanmaması gibi…

Ancak bazen duyarsızlaşmamız ya gereğinden uzun sürüyor ya da mekanizmayı bozan bir etki nedeniyle bir türlü gerçekleşmiyor. Yine de şanslıyız ki, uygulanabilecek teknikler var. Duygular, bağımsız bir sinir sisteminden doğdukları için onları değiştirmek onların diliyle konuşmayı gerektiriyor diye düşünebilirsiniz. O dili kullanabilmek deneyim ve bilgi gerektiriyor olsa da çözüm yolu olduğunu bilmek de güzel bir başlangıç.

Kocasının kabalıklarından çok etkilendiği için büyük acılar çeken bir kadın,

Oğlunun okul başarısına karşı aşırı hassas olduğu için ona aşırı derecede baskı uygulayan bir anne,

Yağmur yağınca depresif, güneş açınca neşeli olan hava koşullarına duyarlı kişi,

Patronunun tutumundan sürekli mutsuz olan bir çalışan,

Yakınının hastalığına çok üzüldüğü için ona yardımcı olacak gücü bulamayan biri,

Ülkesindeki olumsuz gelişmelerle baş edemediği için hayattan kopan, verimliliğini yitiren duyarlı bir vatandaş,

Eşinin mutluluğuna duyarlı oluğu için kendini sürekli feda eden bir koca,

Aşkını unutamadığı için yeni bir hayat kuramayan sevgili,

Anne babasını memnun etmek için sürekli kendi isteklerinden vazgeçen bir evlat

Bu gibi örneklerin daha pek çoğu var. İşte hapishanelerimizin ta kendileri bunlar…

 

Ülke meselelerine üzülerek ülkeyi kurtarmak için adım atmış olmayız. Çocuğumuz başarısız oldu diye acı çekersek onun adına doğru kararlar verme şansımız azalır. Eşimizin mutluluğundan mantık dışı boyutta sorumlu hissedersek ona zarar veririz. Duyarlılığımızı somut çözümler üretebilmek için itici güç olarak kullanabilirsek işe yarar. Aksi halde acılar getirir sadece. O parmaklıkların dışına çıktığımızda ise her şey değişebilir. Biz değişenin sevgimiz, anlayışımız olduğu yanılgısına düşmezsek… Biz çıkış anahtarının kendimizde olduğunu bilirsek ve tıpkı elimizde olanla olmayanı ayırt etmek gibi, duyarlı olmamız veya olmamamız gereken durumlar konusunda sağduyu üretebilirsek…

Şiirdeki gibi…

Bir çiçeğin kokusunu çekerken,

Tüm zerrelerimle duyarlı olmak isterim,

Yaksın burnumu, doldursun ciğerlerimi…

Ya dikeni batarsa?

O zaman da gülüp geçebileyim…

 

Uzatmak isterim yardım için elimi,

Tüketmeden kendimi…

Başkasının ayıbıyla sarsılmadan,

Başkasının yanlışıyla yolundan çıkmadan,

Hayali yumruklara karşı koymak isterim…

 

Bir gülümsemeyle yüreğim aydınlansın,

Hoş bir sözün fısıltısıyla dönsün dünya,

Karanlık var,

Ama içim kararmasın,

Onca duvar ve engel,

Bulut olsun isterim.

 

Mutluluk kanatsız bir kuş,

Kanatları ben olmak isterim.

Ela

 

 

What's your reaction?