Devrim sinemada: Ekim’in dört kızıl atlısı
Berkay Akbudak
Tarihi yazılmış, teknik-teorik-pratik birikimi kaydedilmiş, malzemesi (enstrumanı) tanımlanmış, araştırma çalışması yapılmış ve bu çalışmaların belgesi tutulmuş olan her kavram öğretilebilirdir. Bütün bilim dalları ve alt türleri de dahil bütün sanat dalları gibi. Sanatçı olmak için okul, yani ilk karşılık olarak bir üniversite okuma “şartı” olmasa iyi olur bence. Çünkü sanat diğer meslek uzmanlıkları gibi değildir. Tıp okumadan, diplomanız olmadan muayenehane açamazsınız, açarsanız da bu suçtur, kanunsuzdur, tutuklanırsınız veya baro kaydı olmayan, diplomasız bir avukat tanıyor musunuz, davalara üstlenici olarak girebilir mi? Çekirdekten yetişen, ustasından el alan, çıraklık, kalfalık yapmış alaylı bir beyin cerrahı var mı? Yok (umarım yoktur emin değilim).
Bütün bunların yanında ustasından el almış, çekirdekten yetişmiş bir sanatçı tabii ki olur, tabii ki yetenek, zeka ve vizyon şarttır ve tabii ki bunlar eğitilebilir, daha iyiye götürülebilir, okul bu eğitimi daha iyiye ve doğruya taşımakla yükümlüdür ve evet sanatçılık bir meslektir.
Sanatçının en büyük kaynağı genelde doğa, özelde insandır. Çalışmak bu beceriyi, sanatçı gücünü artırır, eğitim daha iyi olmaya elbette götürür ama kısacası bir doktor da gayet iyi bir sinemacı olabilir, bir esnaftan üstün bir romancı çıkabilir. İşte sanatçının okulu hepsi birdendir. Eşit seviyelere sahip iki doktordan sanattan anlayanı, doğal olarak daha iyi doktordur bence.
Yazıya başlarken kavramlar üzerine çalışma yapanların kendilerinden sonrakilere rehberlik ve hocalık yapabileceğini söyledim. Peki kavram sinema gibi yepyeni bir kavramsa, henüz tarihi yazılmamış ve hakkında herhangi bir rehber kaynak yoksa? İşte o zaman kafası çalışan birileri çıkıp önce uygun zemini buluyor, oraya temel kazıyor ve yapıyı inşa etmeye başlıyor.
Sovyetler ve devrimin sineması
19’uncu yüzyılın son 3-5 senesinde icat edilen, bütün köklü gelişimini 1900’lerin ilk çeyreğinde tamamlayan sinema için en uygun zemin, Çarlık Rusya’sının tamamen yıkılıp yerine yepyeni bir ülke olarak (tam da 100 yıl önce bugünlere denk gelen bir tarihte) kurulan SSCB’de bulundu. Ekim Devrimi’nin hemen ardından, hiç vakit kaybetmeden yapılan kalkınma planlarına dahil olan kültür sanat yatırımlarından en büyüğü sinema alanına yapılmıştır. Çok güçlü ve çok hızlı etki eden bir propaganda aracı da olmasından dolayı, bugün Sovyet ulusal sineması diye adlandırabileceğimiz yapı bizzat Lenin’in yakın alakası ve takibi sonucu büyük bir verimle hızla gelişti. Başta Moskova olmak üzere birçok kentte sanat akademileri, sinema okulları açıldı ve bu okullara eğitmen olarak özel seçimlerden geçmiş bilim insanları atandı.
Görüyoruz ki sinema sanatının temellerini olması gerektiği gibi bilim insanları atmış, yetişen sanatçılar bilimden hiç kopmadan ürünler vermiş ve yeni sanatçılar yetiştirmiştir. Teknolojiyle çok yakın ilişkisi olan sinema sanatı, doğumunun hemen ardından ilk kuralların konması, teknik-teorik (sonradan yerle bir edilmeye müsait) sınırların çizilebilmesi için bilime çok ihtiyaç duymuş ve ondan çok beslenmiştir.
Sinema, teknoloji ile karılmış bir sanat olduğundan işi bilim insanlarının devralması kaçınılmazdır çünkü sanat, içinde geometri, mimari, fizik (optik, vektörel yapı), kimya (negatif film döneminde kalmış fakat dijital disiplini inşa etmiş olan pozlama, baskı teknikleri) barındırmaktadır. İşin kitabını yazmak, (yanılma ve geçersiz kılınma ihtimali ile birlikte) teknik-teorik önermeler getirmek mutlak bilimsel çalışma gerektirmektedir.
Çoğu mimar, mühendis olan bu yeni sinemacılar bir devrimin yapması gerektiği gibi kendilerine açılan özgür, ilerici ve aydınlık bir sahada diledikleri gibi çalışma imkanı buldular. Eğitim içinde üretim, üretim içinde eğitim prensibi ile çalışmalarını yürüttüler (bu vesile ile rahmetli hocam ve manevi babam Suha Arın’a selam ederim, söz kalıbı ona aittir). Gencecik bir ülkenin taze ve yüksek enerjili hevesi ile yüzlerce (uzun-kısa) film, yüzlerce makale-kitap üretildi.
Bu üretimin onlarca neferinden dünya mirasına en güçlü ve derin izleri bırakan, atları rüzgar kanatlı dört insanı ayrı tutmak gerekir. Yeni tanınmakta olan sinema sanatı hakkında ilk şüphelere onlar kapıldı, ilk soruları onlar sordu ve cevaplar üzerinde çalışıp, araştırıp deneyler yaptılar. 1950’li yıllara kadar bu çabalarından hiç dönmediler. 50’li yıllardan itibaren ise onların rehberliğinde başta Andre Bazin gibi bir büyük ustanın başı çektiği Cahiers du Cinema dergisi (oluşumu demek daha doğru) gibi çok değerli kaynaklarda bu çalışmalar geliştirilmeye devam etti. Zehir gibi makalelerle bu sanat nasıl daha iyi, ilgi çekici, etkileyici hale götürülebilir diye emek verildi. Tamamı birbirinden değerli ve önemli bu dört insanın hala beslediği damar bağnaz, gerici, karanlık barajların duvarını çatlatıp, yıkıp yolunu bulmak isteyen suya güç veriyor.
Sovyet ülkesinin kaydedicisi: Kuleshov
Bu babalardan ilki ve (bence) en önemlisi Lev Kuleshov’dur. 1899’un ilk günü 1 Ocak’ta, öğretmen bir anne ile sanat galerisi sahibi ve sanat tarihçisi bir babanın oğlu olarak Rusya’da doğar. Konuşma zorluğu çeken bir çocuk ve genç olarak kendini okumaya/eğitime verir. Öyle bir verir ki Moskova Sanat Akademisi’nde mimari okurken bir yandan aynı okulda resim ve heykel eğitimi de almaya başlar, yetmez Stroganov’da sanat tarihi okur. Daha 17 yaşında set dekoratörü ve küçük çaplı oyunculukla girdiği sektörde asosyal biri olmasının da etkisiyle sinema aşkını yönetmen ve kuramcı olarak devam ettirecektir. Yönetmenlik gibi büyük sorumluluk duygusu ve irade gerektiren bir koltuğa bu kadar rahat ve hızlı (20’li yaşların başında) oturabilmesinin sebebi henüz öğrenciyken üniversitenin kendine sunduğu neredeyse sınırsız maddi-manevi imkanlarla sinema tekniği üzerine (özellikle kurgu tekniği) birçok deney ve çalışma gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu çalışmalar o kadar önemlidir ki 1960’lı yılların başına kadar, çok ses getirmeyen küçük çaplı bazı başka deneyler dışında hiç değişmeden kullanılmış ve kurgu literatüründe “Kuleshov tekniği” adıyla tarihe geçmiştir.
Yaptığı deneysel çalışmaları kuramsal makaleler ve akademik metinlerle kayıt altına alıp yayınlayan Lev, devrimle gelen yepyeni söyleme sahip bir ülkenin kültürel inşasının ilk tuğlalarını koyan duvarcılardan biridir. Kendinden sonra gelen hemşehrisi meslektaşlarına, hemşehrisi olmayan, hatta fikri, siyasi, ekonomik ve kültürel düşmanı olan meslektaşlarına da aydınlık bir okul olmuştur.
Yönetmenliğe başladığı genç yaşlarında Moskova Film Okulu’nda eğitmen olarak da emek vermeye başlar. Yeni bir gençliği eğitirken ülkesi SSCB’nin bütün kuruluş ve gelişme sürecini hiç durmadan filme kaydedip o dönemin hemen hemen bütün değişimini dünya mirası olarak belgeler.
Geliştirdiği kurgu tekniği seyircinin duygu durumunu algı manipülasyonu ile değiştirmek üzerine kuruludur. İfadesiz bir yüzle, sabit bir yere bakarken çektiği oyuncunun karşısına yemek dolu bir tabak, gülümseyen güzel bir kadın ve tabutta yatan ölü bir çocuğu ayrı ayrı montajlar ve bu sayede seyirci oyuncunun hiç değişmeyen yüzünde sırasıyla açlık, aşk/hayranlık ve yas tutma/keder gibi duyguları okur.
Dostu ve yoldaşı Jack London’ın bir öyküsünden uyarlayarak 1926 yılında çektiği Po Zakonu filmi ile ünü ülkesinin dışına uçar, özellikle Avrupa’da sevilen ve takip edilen bir sanatçı olur. Filmcilikteki başarısını bir başka Amerikan dostu, yoldaşı O. Henry’nin biyografik öyküsünden uyarladığı Velikiy Uteshitel (1933) filmiyle sürdürür. 1936 yılında Moskova Film Okulu’nda profesör olan Kuleshov’un 1941 senesinde yayınladığı Film Yönetmenliğinin Temelleri kitabı hala sinema sanatına dair yazılmış en iyi rehberlerden biridir.
Belgeleme ustalığını 2. Dünya Savaşı boyunca da göstermiş, savaş sonrası toparlanma dönemi dahil onlarca belgesel ve propaganda filmi çekmiştir. Vefatına kadar Moskova Film Enstitüsü’nün (VGIK) başkanlığında yüzlerce sinema emekçisi yetiştirmiştir.
Yves Montand, Louis Aragon gibi büyük sanatçılarla yakın dostluğu bulunan Kuleshov, 1966 senesinde Venedik Film Festivali jüri üyeliği yaparak sanata hizmet ağını ve kaçınılmaz etkisini genişletmiştir. Festivalin büyük ödülünü ise önayak olduğu, sömürüye karşı büyük bir mücadele filmi olan La Battaglia di Algeri filmi almıştır.
Büyük bir filmci: Pudovkin
Kuleshov’un uzun yıllara yayılan sanat kariyerinde, yaptığı deneylerin çoğunda, yazdığı makalelerin tamamına yakınında yanında olan Vsevolod Pudovkin, bir başka atlı, ortak ve yakın dosttur.
1893 senesinde Rusya’da fakir bir ailenin çocuğu olarak doğan ve üniversiteye kadar birçok işte çalışan Pudovkin, Moskova Üniversitesi’nde mühendislik okurken 1. Dünya Savaşı’na katılıp yaralanmış bir gazidir. Askeri kampta bazı devlet kitaplarına yaptığı çizimler büyük takdir görünce sanata, özellikle yeni gelişen sinemaya ilgi duyar. Devrimden sonra, ara ara girip çıktığı sinema işine tamamen yönelir ve kısa süre sonra Kuleshov’un asistanı olarak sinemaya profesyonel giriş yapar. Oyuncu, senarist, kurgucu derken büyük bir filmci olur ve 1926 senesinde dünyanın en iyi filmlerinden olan Mat’ı çeker. Film Gorki’nin ünlü Ana romanının uyarlamasıdır.
Kuşakdaşı sinemacılar içinde en çalışkan yazar ve eğitmen olan Pudovkin aynı zamanda gazetecilik de yapar (En iyi kitaplarından biri için bknz: Film Çekme Sanatı vs Sinemada Oyunculuk, Agora Kitaplığı).
Çağdaşlarına göre belgesel filmciliğe çok yüz vermemiş yakın arkadaşı ve meslektaşı, bir başka atlı Vertov’a inat sürekli kurmaca film çekmiştir. Bunlardan Admiral Nakhimov (1947) yine izlemeye fazlasıyla değer bir eserdir. Bu ve daha sonra çektiği Vozvrashchenie Vasiliya Bortnikova (1953) adlı filmle Venedik Film Festivali Altın Aslan ödülü adaylıkları alır. 1953 senesinde Latvia’da kalp krizinden ölür.
Bilim insanı olarak sanatçı: Vertov
Yukarıda sözünü ettiğimiz, asıl adı Denis Kaufman olan Dziga Vertov, 1896’da Polonya’da doğar. 1916’da müzik okumak için geldiği Moskova’da, ertesi sene devrime katılıp bir daha ayrılmamak üzere kalır ve 1954’te SSCB vatandaşı olarak ölür. Abisi Boris Kaufman, Elia Kazan’ın yaptığı namussuzluğu[1] hafifletip kendini aklamak için çektiği dev film On The Waterfront (1954) filminin Oscar’lı görüntü yönetmenidir.
Müzik eğitiminden sonra St. Petersburg Nöroloji Enstitüsü’ne devam eden Vertov, yeni kurulan SSCB’nin ilk haber merkezinin kurucu çalışanlarından olmuştur. Bilimle bu kadar yakın ilişkide olan bir başka sanatçı olan Vertov da laboratuvar çalışmalarına alışkın olduğu ve çok iyi metod uyguladığı için sinemada kendi deneylerini yapmış ve yine dünya sinemasına sayısız yenilik kazandırmıştır. Bilim ve sanatı asla birbirinden ayrı ele almaz, bu iki kavramın birlikte toplumu geliştirip ileriye taşıdığının fazlasıyla farkındadır. Bu elbette ki genç Sovyetler Birliği’nin takdir edilesi, akıllıca yatırımlarından birinin sonucudur.
Vertov, deneysel çalışmalarını daha çok belgesel alanında yapmış, onlarca kısa belgesel çekip, sayısız konu işlemiştir. 1918’de Sovyet Haber Ajansı’nın film kurgucusu olarak işe başlayan Vertov, daha sonra evleneceği, kendisi gibi kurgucu olan Elizaveta Svilova hanımefendi ile burada tanışır. Sovyetlerin başarılı sinemacılarından olan bu hanım, Vertov ile birçok filmde ortak yönetmen, yönetmen yardımcısı, kurgucu olarak çok başarılı işler çıkarır.
Devrimin hemen ertesinde çıkan iç savaşı baştan sona savaşın içinden, cephelerde yer alarak belgeler. Devrim sonrası ilk yıllarda günlük, sıradan hayatı belgeleyerek o dönemin çok detaylı bir dökümünü çıkarmış ve en büyük kaynak külliyatlarından birini oluşturmuştur.
Bu büyük filmci ve kuramcı, sinema sanatına en katı kuralları koyduğu yazılarıyla nam salmış ve çevresinde tartışmalara sebep olmuştur. Ona göre sinema mutlak ve mutlak gerçeği aktarmalıdır, kurmaca altyapının işçi sınıfını uyutmaya yaradığına inanan Vertov bu konuyla alakalı çok sert yazılar yazmış, zaman zaman olumsuz tepkiler de almıştır. Bu düşüncelerini ifade ettiği sayısız makaleden en ünlüsü ve etkilisi olan Kameralı Adam (1929) yazısında teorilerini her insan, hayatı tüm gerçekliği ile kaydeden bir kameradır düşüncesine dayandırır. Bu makaleyle aynı adı taşıyan, kamerayı bir insan gözü gibi kullanarak çektiği film serisi ile düşüncelerini somutlaştırır. Bu seri içindeki bazı örneklerde uyguladığı teknik deneyler kimi meslektaşları ve seyirci tarafından delilik olarak karşılanır. Uzun uzun, detaylı ve çok büyük zevkle anlattığı bu düşüncelerini Sine Göz (Agora Kitaplığı) adlı kitabında toplar.
En ünlü eseri, onu artık memleketinde ve dünyada ölümsüz yapan, Lenin üzerine dev bir belgesel olan Tri Pesni O Lenine (1934) adlı filmdir.
Dünyayı değiştiren yönetmen: Eisenstein
Son atlımız ve özellikle memleketinin dışında da çok büyük üne sahip olan filmcimiz ise Sergei Mikhailovich Eisenstein.
Mimar olan Alman bir babanın ve İsveçli ev hanımı bir annenin evladı olarak 1898’de Latvia’da doğar. Petrograd’da hem mimarlık hem inşaat mühendisliği okurken Bolşevik Devrimi’ne katılmak için okulu bırakır ve Çar yanlısı babasıyla karşıt cephelerde kapışır. Devrimden sonra baba Almanya’ya kaçar.
Aşırı merak duyduğu Japon kültürü yüzünden bu ülkeye geziler düzenler ve sanatsal estetiğimi en çok etkileyen şey dediği Japonca’yı iyi derecede öğrenir.
Sanat hayatına Moskova’da tiyatro yönetmeni olarak başlayan Sergei bu sayede tanıştığı Dziga Vertov’la birlikte (önce teorisyen sonra yönetmen olarak) sinemaya geçer. 1925 yılında ilk filmi Stachka (Grev) ve hemen ardından, aynı sene dünyaca üne kavuştuğu, bilmeyenin kalmadığı Bronenosets Potemkin filmini çeker. 1927’de ise Devrim’in 10. yıl dönümü için Oktyabr (Ekim-Dünyayı Sarsan On Gün) filmini çeker.
1928 senesi geldiğinde Eisenstein, Batı’daki teknik gelişmeleri (özellikle artık başlamış olan sesli film çekim tekniklerini) takip etmek ve Sovyet sinema sanatçılarını dışarıda tanıtmakla görevlendirilir. Avrupa gezisine çıkar, bu gezi 2 yıl sürer. Almanya, İngiltere, Fransa, İsviçre gibi ülkelerde dersler ve konferanslar verir.
Gezisinin sonunda yurda dönecekken, 1930 yılında Hollywood’dan ABD’de film çekmesi için teklif alır. Sovyet yönetiminin izniyle teklifi kabul edip çeşitli projeler hazırladıysa da başlatılan anti-komünist kampanyalar sonunda bu projelerin hepsinin reddedilmesiyle ortaklık iptal olur. ABD’de bulunduğu süre boyunca kendisini çok büyük hayranlıkla misafir eden C. Chaplin’in tanıştırdığı ABD’li sosyalist yazar Upton Sinclair’le sıkı arkadaş olan Sergei, Upton’un bizzat Sovyet Devleti’nden aldığı izinle kalma süresini uzatır. Sıkı dostlar birlikte film yapmak için 1930’un sonlarında Meksika’ya gider. Upton’un eşi Mary Sinclair’in yapımcılığında Que Viva Mexico! (1932) filmi bu ortaklığın en dikkat çeken eseridir.
Meksika’da kaldığı sürede Frida Kahlo ve Diego Rivera ile yakın arkadaş olur. Sürekli sanat, siyaset konuşulan entelektüel bohem ortamlarda vakit geçirir. 1933 senesinde yurda dönene kadar Meksika’da çalışmalarına devam eder fakat işler başladığı gibi güzel gitmez. Maddi ve fikri çatışmaların yarattığı kriz sonucu elindeki projeleri yarım bırakır ve ağır depresyona girerek döndüğü memleketinde bir süre psikolojik tedavi görür. Tedaviden sonra kötüye gitmiş kariyerini toparlaması uzun sürer. Sonunda, 1938 senesinde Alexander Nevsky adlı başyapıt filmle geri dönüş yapar. Eski bir Rus savaş kahramanının (bir Rus prensi) anlatıldığı bu destansı filmin müziklerini ise dev sanatçı Mikhail Prokofiev yapmıştır. Film özellikle Sovyet halkının Naziler’le savaşında faşizme karşı uluslararası propaganda yapmasına ve destek görmesine katkı sağlar.
Sovyetler 2. Dünya Savaşı’na girmeden önce efsanevi Bolshoi Tiyatrosu’nda Wagner’in Die Walküre eserini sahneye koyan Sergei, 1948’de kalp krizinden öldüğünde son başyapıtı yine Prokofiev’in müziklediği Ivan Groznyy (1945) filmi olur.
Eğitmenliğindeki başarılarıyla da tarihe geçen Eisenstein, dünyanın en eski sinema okulu olan Moskova Film Enstitüsü’nün (VGIK) kurucularındandır (A. Tarkovski bu okulun birçok başarılı mezunundan biridir). Sergei M. Eisenstein yazdığı ve dilimize de çevrilen kitaplarıyla[2] ölümsüz filmciler arasında üst sıralarda yer alır.
Tabii ki tarih başka büyük usta sanatçılarla dolu. Kültür denen kavram bir kalkınma imarı ise onun en büyük işçilerinden olan bu insanları saygı ve hayranlıkla anmamak mümkün değil. O görkemli ve sağlam binanın tuğlalarını biri pişirdi, biri harcı kardı, diğeri üst üste dizdi. Bu bina zaman zaman çatlasa da dünya durdukça onu tadil edecek sanat ve bilim insanları hiç eksik olmayacak.
Devletler halkın refahını, güvenliğini, sağlığını, eğitimini ve eğlencesini karşılamak zorundadır, başka hiçbir görevi ve sorumluluğu yoktur. Yatırımı iyiye, bilime, kültür-sanata yapan ülkelerin sırtı yere gelmez. Sırtımızın hiçbir zaman yere gelmemesi dileğiyle bize bu amaçta yol gösteren her bir duvarcıya ayrı ayrı selam olsun.
Ben,
Altın dili,
Her sözü,
ruhu dirilten
Bedeni yeniden doğuran,
Diyorum ki size:
En küçük toz tanesi bir canlının
Değerlidir benim yaptığım ve yapacağım her şeyden.
Vladimir Mayakovski
[1] Bkz: Berkay Akbudak: “Bir Kara Listenin Hazin Sonu”
[2] Film Duyumu, Film Biçimi ve Sinema Dersleri (Agora Kitaplığı)