Denize dik uzanan dağ: “Theodoros Angelopoulos”
Berkay Akbudak
Sanat, sanatçıdan değerlidir, sanat kalıcı sanatçı ölümlüdür. Yüzyıllar önce yaratılmış türkülerin yaratıcıları artık bilinmemekte, parçalar anonim diye anılmaktadır. Hatta modern dünyamızda eser sahibi bilinse bile telif hukuku düzenlemelerine göre, ülkeden ülkeye değişse de belli bir süre sonra o eser de anonim olarak anılmaktadır (Memleketimizde bu süre yaratıcısının ölümünden sonra 70 yıldır, bu seneden sonra Sabahattin Ali’nin tüm eserlerinde olacağı gibi, Kürk Mantolu Madonna artık anonim, yani kamu malı bir eser olacaktır örneğin).
Sevdiğimiz bir eserin etkisiyle birlikte onu yaratan sanatçıyı takibe alırız. Meraklı tüketici, sanatçının diğer eserlerinin de aynı etkiyi yapıp yapmayacağını bilmek, buna şahit olmak ister. İlk izlediği filminden etkilenmişse yönetmenin önceki ve sonraki filmlerini, yeni çıkacak olanı merakla bekler, bunun sonunda ise hayranlık kavramı oluşuyor. Tutkuya, bağımlılığa, takıntıya, hastalığa kadar ileri gidilebilen bir kavram bu hayranlık kavramı.
1935 Atina doğumlu Theodoros Angelopoulos böyle bir hayranlığı fazlasıyla hak eden filmcilerden. Hangi filmini izlerseniz izleyin o anda aldığınız lezzeti tekrar tekrar almak istiyorsunuz. Bir filmini, bir filmini daha izlemek istiyorsunuz. Aynı filmi bir daha, bir daha izlemek istiyorsunuz. Artık yaşamadığı için yeni filmler çekemeyeceğini bildiğinizden ufacık da olsa bir üzüntü hissediyorsunuz. Sanatçı da ölümsüz olsun istiyorsunuz, çalışsın, üretsin, bize hizmet etsin istiyorsunuz. Elimizde kalanlarla yetinmek ise hiç sorun değil; sanatçı ölümsüz olabilir ama daha tanışmayı, tüketilmeyi bekleyen sayısız sanatçı olduğunu, sınırsız sayıda film olduğunu bilmek sinema sever müptezeller için zevk veren bir teselli.
Ölü taşları okşayan ülkenin oğlu
Doğduğu kentte hukuk okurken Paris, Sorbonne’da edebiyat eğitimi almak için hem Atina’yı hem hukuku terk eden Theo, bu eğitimini tamamladıktan sonra hep hayalini kurduğu sinema eğitimini almak yerine memleketine dönüp bir başka merakı siyasete yakın olmak için gazeteciliğe başlar. O sıralar Yunan cuntası darbeyle iktidara gelince sol muhalif olan gazete faşistler tarafından kapatılır. Artık hiçbir işi gücü kalmayan Theo hayallerine döner ve Anaparastasi (1970) adlı ilk filmini çekmeyi başararak yönetmen olur. Uzun zaman sonra köyüne geri dönen bir çiftçinin, karısı ve karısının sevgilisinin kurduğu cinayet planına kurban gidişinin ardından yaşanan olayları anlatan film, Berlin Film Festivali’nden FIPRESCI alır.
Bu filmin peşinden çektiği, Yunanistan toplumsal ve politik yakın tarihine dokunduğu Meres Tou ’36 (1972), O Thiasos (1975), Oi Kynigoi (1977) filmlerinden oluşan ve “Tarih Üçlemesi” diye anılan eserleriyle antifaşist ve güncel eleştirel bir sinemacı tavrı sergiler. Serinin ilk filmi Meres Tou ’36, uyuşturucu ticareti, polis muhbirliği, homoseksüel çiftler, muhafazakar politikacılar, bir mahkum, bir rehine krizi ve bu krizi çözmek için uğraşırken ortadan ikiye ayrılan bir hükümet gibi gayet geniş bir içeriğe sahiptir. Yönetmen, diktatörleriyle ünlü bir başka memleket olan Yunanistan’ın iki savaş arasındaki halini filmine böyle yansıtmıştır. Serinin ikinci filminde yönetmen, 1939-52 yıllarında Yunanistan’ın gördüğü yerli faşistleri, Nazileri, savaş dönemi ve savaş sonrası komünistleri bir arada ele alarak memleketinin yakın tarihine eğilmeyi sürdürür. Serinin son filmi ise bir grup burjuva insanın, bir yılbaşı gecesi yıllar önce 2. Dünya Savaşı’nda ölmüş bir partizanın cesedini bulmaları ve kendi geçmişleriyle hesaplaşmasını konu alır. O Thiasos, Berlin ve Cannes film festivallerinden ödüller alırken Oi Kynigoi aday olduğu Altın Palmiye’yi, birini geçen ay kaybettiğimiz Taviani Kardeşler’in Padre Padrone filmine kaptırır.
Bu filmlerle uluslararası tanınırlığa sahip olan Theo, ülkesinde diktatörlük (bir süreliğine de olsa) sona erince yeni arayışlar içinde İtalya’ya gider. Köklü ve zengin sinema sanatının, o dönemde belki de en sinemadan anlayan yapımcılarının bulunduğu İtalya’da iyi ilişkiler kurarak daha büyük bütçelerle film çalışmalarına devam etmesine rağmen ülkesinde gördüğü baskılar, kovuşturmalar, soruşturmalar, gözaltılar, psikolojik işkenceler sebebi ile artık eski heves ve heyecanını yitiren sanatçı, toplumsal eleştirel içerikli filmlerden daha bireysel arayışlara yönelen bir çizgiye geçmeye karar verir.
Her ne kadar siyasi içerikleri filmlerinden uzak tutmaya, toplumsal meselelerden uzak durmaya karar vermiş olsa da bir kere dünya yüküyle kalpten dertlenen her insan gibi bunu beceremez. Ülkesinin tarihinden, geçmiş kültür birikiminden beslenerek (hatta aşırı beslenerek) filmler çekmeye, ölene kadar devam eder. Beslendiği bu tarih ise Büyük İskender’in dünya gezilerinden Homeros’la komşuluğa kadar uzanıyor. “Yunan halkı eski ölü taşları okşayarak büyüdü” diyen yönetmen, bütün bu mitolojiyi ulu tepelerden aşağı çekmeyi, halkla eşit seviyede değerlendirmeyi amaçladığını, soyut bir üstün sınıf yaratıldığını ve bu sınıfı acımasızca yerle bir etmeyi hedeflediğini çektiği her filminde apaçık göstermektedir.
Cuntacılar tahtta iken çektiği Meres Tou ’36 filminde, herkesin aniden susup da sahnenin dipsiz bir sessizliğe düştüğü an, ülkesindeki sansür üzerine dünya sinema tarihinde cesurca, kalın harflerle yazılmış bir direnç cümlesidir. Düşünün ki dünyada kuduz salyalarıyla ülkesindeki sansürü alkışlayan sanatçılar da var. Dünyaya söz söyleyeceksek, akıl fikir vereceksek, dünyanın geri kalanının kulağını çekip ders vereceksek aklımızın, vicdanımızın, dürüstlüğümüzün ve cesaretimizin de dünya kadar olması şarttır.
Eleni Karaindrou’yla işbirliği
1980 senesinde Theo, O Megalexandros adı altında, tarihi bir Yunan karakteri olan Theodoros Kolokotronis’in hayatını, ülkesi Yunanistan’ın hayatı olarak sembolize edecek şekilde filmleştirerek, memleketinin iyi kötü, haklı haksız tarihinin hikayesini anlatmayı sürdürür ve bu filmle Venedik’ten 2 özel ödül alarak müzesini genişletir.
Arada ufak tefek belgeseller çekerek 1984 senesine gelen sanatçı, o sene çektiği Taxidi Sta Kythira filminde, 32 sene sonra Sovyetler’den yurduna dönen bir komünisti anlatır. Köyüne dönen yoldaş, kuşkusuz ve ne yazık ki hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığı ile yüzleşir. Bu dokunaklı, ince örülmüş muhteşem film de eli boş çıkmaz, Cannes Film Festivali’nden 2 ödül alır. Yönetmen, daha sonra çekeceği bütün filmlerinde birlikte çalışacağı muhteşem besteci Eleni Karaindrou’yla ilk kez bu filmde çalışarak müzisyenin filme katkısıyla sinema estetiğinin nasıl da yüceltildiğinin en iyi örneklerinden birini ortaya koyar.
Daha sonra “Sessizlik Üçlemesi” adını alacak yeni serinin bu ilk filminden sonra çalışmaya devam eden yönetmen ikinci film olan O Melissokomos’u 1986’da çeker. Artık uluslararası ve prestijli bir sanatçı olan Theo, Marcello Mastroianni gibi bir dünya deviyle birlikte film yapacak güce sahiptir. Arı kovanıyla Yunanistan’ı bir uçtan bir uca dolanan bir arıcının hikayesini anlattığı bu romantik film Venedik’te Altın Aslan’a aday olur. Ödülü diğer adaylar arasında en ilgi çekici film olan Le Rayon Vert filmiyle büyük Eric Rohmer alır.
Topio Stin Omichili (1988) filmiyle sessizliği sonlandıran Angelopoulos bu filmle, buldukları küçücük izlerin peşine düşüp Yunanistan’dan ta Almanya’ya kadar giden iki kardeşin sisli yolculuğunu ve bu yolculuk boyunca büyümelerini anlatarak kapıdaki Yugoslav iç savaşına ve bununla başlayacak Avrupa göçmen ve mülteci sorununa dair ilk duyurularını ilan ederek sanatçının aynı zamanda bir kahin öngörüsüne sahip olduğunu, güncel politik ve toplumsal dalgalanmayı Richter hassaslığı ile ölçebildiğini ispatlar. Berlin’den 1, Venedik’ten 7 ödül alır. Müze genişlemeye devam etmektedir.
Angelopoulos kendi tarihi, kültürü ve geçmişinden hiç kopmamış, bunlardan utanmamış, bunları aşağılamamış, küçük görmemiş, eleştirilecek ne varsa bunu filmleriyle, yazdıklarıyla, söyleşileriyle dile getirmiş, kaçmamış, yılmamış, pes etmemiş, ayrıca zeki ve yetenekli biri olduğu için dünya çapında dev bir sanatçı olmuştur. Bu kadar basit. Memleketimde bu potansiyelde olan kimse yok mu, var. Siyasetle ilgisi “oy verdik ya daha ne yapabilirim” seviyesinde olan, yaratıcılığı o filmi benden çaldı, o da ondan çaldı ben de bundan çaldım seviyesinde olan tırt, vasat, bomboş, kifayetsiz muhteris filmcilerle dolu bir sinema dünyası arıyorsanız sizleri Türkiye Cumhuriyeti’ne bekleriz. Sirkimize giriş vizesiz ve ücretsizdir. Altın Palmiye’nin bize otuz senede bir gelmesinin sebebi Fazıl Say ateist mi alevi mi sünni mi diye sormayı bir türlü bırakamayışımızdır.
Homeros destanları içinde
1991 senesinde, Altın Palmiye’yi bu sefer de (oybirliği ile kazanan) Barton Fink’e kaptırdığı To Meteoro Vima Tou Pelargou filmiyle artık patlamış olan Yugoslavya savaşına ilk dalışlardan birini yapar ve sınırda hapsolmuş kalmış bir adamın dertleriyle yanmakta olan komşusunun dertlerine bir ağıt gönderir. “Sınır” adını verdiği yeni üçlemenin ilk filminde başrolü yine üstlenen Marcello ve yönetmen, filmi gören “önemli” bir piskopos tarafından aforoz edilir. Böylece gözlerinin önündeki, burunlarının dibindeki Bosna’da insanlar diri diri gömülürken tek kelime etmeyen kilisenin çocuk taciz etmekten başka görevleri olduğunu da görmüş olduk.
Sınır Üçlemesi’nin ikinci filmi, çoğu kişiye göre ustanın en büyük eseri kabul edilen To Vlemma Tou Odyssea (1995) adlı filmdir. Filmin birçok alt hikayesinin üzerine inşa edildiği öyküsü ise bir başka dünya devi Harvey Keitel’in canlandırdığı, yıllar sonra yurduna dönen sürgün yönetmenin, refah içinde yaşadığı bohem hayatın, annesinin, ailesinin, çocukluğunun, anılarının kaybolmuşluğuyla yüzleştiğinde aslında kanayan bir yara olduğunu görmesi, bunun üzerine bir Homeros destanının içinde gibi, denizleraşırı, kıtadan kıtaya sürüklendiği yolculuğa çıkmasıdır. Bireysel gibi duran ama yok olmaktan (yok olan filmler dahil), yok edilmekten, kurşunlanan, bombalanan, yanıp giden toplumsal ve kültürel bellekten başka hiçbir şeyden bahsetmeyen bir öyküdür bu.
Hayat güvencesi olmadığı için yanlarına koruma dahi verilmeyen, hayatlarını riske atmaya gönüllü film ekibi, cayır cayır sıcak savaşın yaşandığı Saraybosna sokaklarına çıkıp film çeken, savaşı filmin bir kişisi gibi yaşatan (bu ölçekte) ilk, belki de tek ekiptir.
Küçük bir yük gemisinin üzerinde, sırtüstü yatarak, yapacağını yapmış, elinden gelenin fazlasını ortaya koymuş, artık bedenen bu dünyayı terk etmiş ama fikirleri yaşayan, fikirleri terk edilince acıların doğduğunu gören, bu dünyayı belki de son kez bir nehrin, kutsal Tuna Nehri’nin üzerinde süzülerek seyreden, kayıp gideni okşayan ellerinin yandığı Lenin ise filmi, rüyalarımıza bile sokacak kadar içimize işler. Yoldaşı Tito’nun memleketindeki son yolculuktur bu fakat ev sahibi Tito evde yoktur. Yolculuk yalnız ve yorgun bir yolculuktur.
Film, Cannes Film Festivali’nde FIPRESCI ve Jüri Özel Ödülü alır. Ödülü almak için hızla kürsüye çıkan Theo Angelopoulos “filme vereceğiniz buysa size hiçbir şey demiyorum” diye festival komitesine atarını yapar ve aynı hızla salonu terk eder. FIPRESCI ödülü, Theo’nun arkadaşı Ken Loach’un, İspanya İç Savaşı’na gönüllü katılan bir İngiliz komünistini anlattığı Land And Freedom filmiyle paylaştırılır. Büyük ödül Altın Palmiye ise Avrupalı’nın her öldürdüğüne merhamet ediyormuş gibi yapma iki yüzlü yavşaklığını sürdürebilsin diye bir Yugoslav olan Emir Kusturica’nın Underground’una verilir.
Yönetmen, filmin başında dinlettiği “Ahmede Mala Musa” adlı Kürtçe ağıtla bir diğer komşusu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin de farkında olduğunun telgrafını çeker.
Harvey Keitel’in sıradaki işlerinin hepsini iptal edip kabul ettiği ve aralarla 1,5 sene çalıştığı bu muhteşem filmin kadrosunda kainat devi Erland Josephson da var, Eleni hanım da var, senaryosunda ise yönetmenin önceki filmlerinde de çalıştığı, hangi filme dahil olduysa muhteşem iş çıkarmış, L’Avventura (1960), Amarcord (1973), Nostalghia (1983), O Melissokomos (1986), Bab’Aziz (2005) gibi başyapıtların yazarı koca Tonino Guerro üstad var.
Bu uzun (2 saat 56 dk.) yolculuğun sonunda geliyoruz 1998 senesine, Sınır serisinin son filmi Mia Aioniotita Kai Mia Mera’ya. Bruno Ganz’ın neredeyse tek başına sırtladığı film, ağır hastalığından dolayı sayılı günleri kalmış saygın bir yazarın, savaşla Yunanistan’a sürüklenmiş kimsesiz, evsiz, memleketsiz bir Arnavut çocuğu ile karşılaşması ve onu evine, memleketine götürmeye karar vermesini anlatır. Gerisi yarına giden bir arkadaşlık ve öğrenme yolculuğudur. Tıpkı Kurosawa’nın Ikiru (1952) filminde olduğu gibi, birine iyilik etmek için, dünyayı güzelleştirmeye çaba harcamak, hayat kurtarmak için kişinin sayılı günleri kaldığını mı öğrenmesi gerekiyor, sağlıkta bunları yapmanın filmik bir değeri yok mu? Biz insanlar, evsizlere ev, memleketsizlere memleket olmayı, gökyüzü ve deniz bir dünyayı devrimci kararlılıkla sağlamalıyız. Ölmeden önce son bir hamleyle cenneti garantilemek için değil hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya ve hayata çalışmalıyız.
Saf sinema arayışı
Gençliğinde bir süre ders aldığı, Fransa’nın devlete bağlı sinema okulu La Fémis’de öğrenciyken, bir filmi uzun, kesintisiz kayıtlarla sahnelemeyi tercih ettiği için hocaları tarafından eleştirilince daha ilk yılında okulu bırakan ve dünyanın en uzun sahnelerini çekmesindeki istisnai başarısıyla ünlenen Theo, bu filmle planlar arası ortalama kesme süresini 114.3 saniye tutarak soğukkanlı ve saf sinema arayışındaki yaklaşımının en büyük ve en güzel örneğini sergiler (Bu ortalama mesela The Bourne Identity [2002] filminde 2 saniyedir).
Geçen seferki çemkirmesi işe yaramış olmalı ki Cannes Film Festivali’nden Altın Palmiye’yi, oybirliğiyle alır. Bu sefer kürsüye sakince çıkıp “bu ödülü almasaydım geçen seferki konuşmanın aynısını yapacaktım” diyerek aynı sakinlikte iner.
Theo Angelopoulos, dünya devi bir filmci olunca İtalyan oyuncular, senaristler, Fransız’ın yanına İsveçli, Alman’ın yanına Amerikan koyup, filmi istediği, dert ettiği yerde, istediği sürede çekebilecek güce ve özgürlüğe sahip olmuştur. Memleketimde iki filmciyi aynı kahvede oturtmak bile zor. Dünyaya söz söylemeyen kültürlerin ağızları ancak içeride bağırır, dünya bugün büyük bir gezegen değil. İçeride bağırmak, söz söylemek kültürel ve siyasi olarak artık zavallı bir çabadır. Dünyaya laf söylemeyeceksek içeride kafa sevmenin, okşamanın anlamı yok. Çözüm, içeride konuştuklarıyla dışarıya da seslenemeyeceklerin az konuşturulması değil, susturulmasıdır. Sanatçılarımız bir araya gelmeli, hiç durmadan çalışmalı, birlikte ve sürekli üretmelidir. İşte dünya devi Theo Angelopoulos filmlerine müzikler yaparak dünya devi olan Eleni Karaindrou, Mad Max: Fury Road (2015) filmine beste yaparken kimse Eleni ateist mi alevi mi diye sormadı. İtalyan Yeni Gerçekçi, Fransız Yeni Dalgası gibi dev bir akım olan Türk Boş İşler sinemasını ne zaman terk edeceğiz? Nuri Bilge Ceylan abimiz bugün film çekmeyi bırakırsa ne yapacağız? İşte size iki ölümcül soru.
Mia Aioniotita Kai Mera filmini yaptığı sene kaybettiği annesinin yaşamı gibi tüm bir 20. yüzyıl boyunca yaşayan modern Yunanistan’ı anlatmayı sürdürmek için planladığı yeni üçlemesinin ilk filmi 2004’te To Livadi Pou Dakryzei adıyla gelir.
1919 senesinde Odesa’dan Selanik’e gelen bir ailenin öyküsüyle başlayan film, bu ailenin bir nehir kenarında küçük bir köy kurarak hayal ettikleri mutlu hayatı gerçekleştirmesiyle devam eder. Bu mutluluk uzun sürmeyecektir çünkü kapıda diktatörlük, faşizm, ikinci bir dünya savaşı, daha fazla diktatörlük ve daha fazla faşizm vardır.
Bu son üçlemenin ikinci filmi, yine Tonino, yine Eleni, yine Bruno ve yeni eklenen müthiş Willem Dafoe ile çekilen I Skoni Tou Hronou (2008) adlı filmdir. Zaman ilerlemiş, ilk filmde çocuk olan karakterler büyümüştür. Yunan asıllı Amerikan bir filmcinin yola çıkışıyla başlayan film, İtalya’dan Kanada’ya, Sovyetler’den Almanya’ya, Stalin’in ölümünden Vietnam savaşına, Berlin Duvarı’nın yıkılışına, 1950’lerin başından günümüze kadar uzanan bir yeni dünya özeti sunarak 21. yüzyıla gidişimizin travmatik hikayesidir.
Sanatçı, adını koymadığı yeni üçlemeyi sonlandıracak bir başka denizin filmini çekmek üzere setteyken geçirdiği bir trafik kazası sonucu 2012 yılında vefat eder.
Kim bilir henüz çekilmemiş ne güzelim filmler onunla birlikte tanrıların yattığı Atina topraklarına gömülüp zamanın tozuna karıştı. Memleketine dertlenen, memleketini ve halkını daha iyiye, daha güzele götürmeye çalışan herkese selam olsun.
Çocuğun gördüğü düştür barış.
Ananın gördüğü düştür barış.
Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.
Yannis Ritsos (Çev.: Ataol Behramoğlu)