Bizim Büyük Engelliliğimiz
Arkeoloji okurken Akhilleus’a, bir başka deyimle Truva Savaşı’na en çok yaşam ve ölüm açısından bakmıştım. Topuğundan, aslında daha yukarısındaki “Aşil Tendonu”ndan vurulunca ölüyordu ve ne zaman ki aşil tendonumu da etkileyen bir engellilik yaşadım,bu savaşın sonuçları hakkındaki fikrim de değişti.
Bir kahraman düşünün, düşmanları için korkulu bir rüya, bedensel gücü ve ustalığıyla karşınızda değil yanınızda görmek isteyeceğiniz türden bir savaşçı. Doğal olarak o zamanların saygı duyulan, dengeleri değiştiren gücü. Benim gibi sizlerin de bazı şeyleri “Ölümden beter” olarak nitelediğinize eminim.
Bir ok aşil tendonunuza saplanırsa ne olur?
Tabii ki bir hastaneye gidersiniz, teknoloji ve ilaçlar geliştiği için bir süre sonra eski halinize dönersiniz. Peki binlerce yıl önce ne oluyordu? Muhtemelen ölümden beter, yürümekte bile zorlanıp topallayan, savaşamayan, hatta tarla işlerine bile zorlukla bakan bir adama dönüşebilirsiniz.Sözü nereye getirmeye çalıştığımı anlıyorsunuzdur. Tez konum “İlyada’nın Yunan Sanatındaki Ana Teması”ydı. Erken dönem geometrik betimlerden tutun, Helenistik döneme, hatta Bizans’a kadar tüm betimleri incelemiştim. Bana kalırsa ki arkeolojik, bilimsel veriler Truva’yı doğruluyor.
İlyada bence bir engellilik hikayesi ile sonuçlanır. Üstelik Anadolu’da. Ayrıca yazarı Homeros kördür. Kahinlerin çoğu kördür. Grek mitolojisinde şans, talih tanrıçası Tyhe kördür. Doğru; talihin gözü kördür.
Ne zaman “Tüh be!” dersiniz?
Daha da iyi bir örnek Hephaistos’tur. Kendi kendine çalışan, hareket eden makinalar yapar. Tanrıları arasında babası Zeus tarafından gökyüzünden yere çalınan mucit ve demirci tanrı bu yüzden engellidir. Belki de sanatta yaşlı figürlerin haricinde kendine engelliliğini vurgulayan bastonuyla yer bulan tek figürdür. İskandinav tanrı Odin’in tek gözünün olmadığını da atlamayalım. Hermes ve Afrodite’nin oğlu/kızı Hermaphrodite’yi unutmamak gerekir. Çift cinsiyetlidir, her iki üreme organına da sahiptir. Bu gün böyle doğumlar yaşandığını biliyoruz.
Bunun yanında pek çok şehrin kuruluş efsanesinde de engellilik ve engelliler rol oynar. “Üç gözlüleri gördüğünde şehri oraya kur”, bir atın üzerinde duran tek gözü kör bir adam mesela. Kadıköy’ü, yani “Körler Ülkesi”ni nasıl unutabiliriz. Megaralı Byzas kolonizasyon döneminde önce Delfi’deki kahin Pitya’ya danışmış, o da ”Bu şehri, Körler Ülkesi’nin karşısına kur!” ‘demiştir. Bugün ki tarihi yarımada, Sarayburnu’nda karaya çıkan Byzas karşıdaki Khalkedon’u gördüğünde “Bu harika yarımada yerine kim oraya şehir kurar ki?” diye sorar. Cevabı açıktır.
Her şeyi efsaneleştirmeyelim. Doğa ananın bazı sürprizleri vardır. Genler, DNA’lardaki olası çarpışmalar o zamanlar bilinmiyordu. Hatta son yüz yıldır zorlukla bilimin bu anlamda ilerlediğinden bahsedebiliriz. Bu gibi sebepler ve kapalı toplumların –ki tarihte Helenistik, Roma, Osmanlı gibi imparatorluklar döneminde ancak kesişimler olmuştur- akraba evlilikleri ile dört bacaklı, üç kollu, çift cinsiyetli, iki kafalı doğan çocukları unutmayalım. Düşünün bir kere bir bedende fazladan uzuvlar. Yaşlı doğduğu düşünülen Albinolar. Engelli doğumları yüzünden kahin, büyücü sayılıp bebekliklerinden itibaren Şamanizm, Totemizm ve Druidler gibi inançlarda kendine yer bulan korkutucu doğumlar.
Tarih boyunca dünya ve engellilik anlayışı büyük değişimler yaşamış. Tek tanrılı semitik dinlerde önceki günahlarının cezasını çeken, lanetli biri olarak görüldükleri olmuş. Özellikle iyileşmesi mümkün olmayan engellileri iyileştiren Hz. İsa’dan kimse bahsetmedi mi acaba? Hz. Musa’nın yanan çalıdan kardeşi Kenan’ın yoldaşlığını kekeme olmasından dolayı istemesi de bir anlam ifade etmiyor sanırım. Batıl inançlar, ötekileştirme, dışlamaya dair en iyi örneklerden biri albino hastalarının Orta Çağ boyunca şeytani bir işaret, büyü, cadılık meseleleri ile öldürülmesidir. Batı’da gözlemlenen engellilere yönelik en korkunç şiddet Nazi Almanya’sının ilk yıllarında yaşanmıştır. Hitler ari ırk için ilk olarak Alman engellileri yok etmiştir. Gazla öldürülen ilk kurbanlar onlardır.
Kısacası üçüncü gözümüzü açmaya çalışan beton üstünde büyüyen bir devrin insanları olarak buralara kolay gelmedik dostlarım. Peki, sırası geldi artık iğneyi başkasına çuvaldızı kendimize batıralım.
Bundan 15 yıl önce engelli olduğumda Türkiye sekiz, Almanlar ülkemizde dokuz milyon engelli olduğunu söylüyorlardı. Yukarıda “önce engellilerini öldürdüler” dedim ya, işte kaderin ilginç bir cilvesi olarak on milyonlarca insanı ölen belki bir o kadarı engelli olan ülkede engelli / protez sektörü bir o kadar gelişti. Şu an ve uzun süredir dünyanın en iyisi onlar. Dönelim engelli nüfusumuza. Yetkililerimizin gerçek rakamı bildiklerine eminim. Ama “BAZI!” sebeplerden bu sayının aşağıya çekildiği çok net. Yetmiş milyonu aşan nüfusumuzun yaklaşık %12’si engelli. Yani yaklaşık her 7 kişiden biri engelli. Müthiş bir rakam değil mi? Kaza geçirdiğinizde sosyal haklardan yararlanmak için %40, yani engellilik raporu veren hastanelere gitmeniz gerekiyor. Fakat gereksiz zorluklarla karşılaşılıyorsunuz ve o raporu almakta zorlanıyorsunuz, zora sokuluyorsunuz. Kendimden bir örnek vereyim. Topukları üzerinde duran bana (Bilateral Chopart – her iki ayakta da tarak kemikleri ve parmaklar yok), protez kullanma zorunluluğuma rağmen %40 verildi. Engele göre bu oran değişebilir. Tek gözü olmayan bir dostuma %20 verdiler mesela. Oysa göz başlı başına bir zorluk derecesi. En az %40 olmalı. Nereye varmaya çalışıyorum? Engelli sayısını düşük göstermek ile engelli raporu vermek istememek arasında ciddi ve doğru bir orantı var. Oraya geleceğim. Dokuz, muhtemelen 10 milyon engelli. Onları görebiliyor musunuz? 2001 senesinde engelli olup %40 raporumu aldığımda “Başbakanlık Engelli Kartı” aldım. Buradaki sıra numarama göre 75 bin küsürüncü engelliyim. Aradan 15 sene geçti tahminen bu sayı çok iyimser bir tahminle 200 bin’e ulaşmamıştır. Geriye kalan engelli insanlarımız nerede?
Engelli olunca, kafa yapınız bedeniniz gibi değişime uğruyor. Önceden tahayyül etmeye çalıştığınız şey gerçeğinize dönüşüyor. İç dünyanız dış dünyanız gibi değişiyor. İlginçtir, bakmayı bilirseniz bedeninizde birden bire ortaya çıkan, sizi kalkıp yürümeye teşvik eden yeni kasların şekillendiğini görebiliyorsunuz. Engellilik bir tür bakış açısı aslında. Yazının özü tam burası. Engelli olmak çok kolay. Anlayana.
Bu manidar geçişten sonra şu soruyu sorabiliriz; “Nüfusunun yüzde 12’si engelli olan bir halkın engellilik bilinci ne durumda?” Üç harf; Yok. Bunca engelli insanımıza rağmen bilinçsizlik her aşamada, yapısallarda, yollarda, zihinlerde, hayatın içinde mevcut. Bu ülkede tek tarafına engelliler için asansör konulup açılışı yapıldı. İETT bir ara (artık yok) tekerlekli sandalyedeki engellilerin araçlara binmeleri için sağ tarafları alçalabilen otobüsler aldı ama orta kapıda, ortada duran direk yüzünden engelliler içeri giremedi. Bunu davaya götüren bir engellilik derneği baskı altına alındı. Kaldırımlarda duvara, direğe toslayan engelli yürüme bloklarını, sarı çizgileri biliyoruz. Kaldırıma, engelli yoluna, park yerine park edenler de ayrı bir muamma. Umarım engelli olmak için insani ve toplumsal gerçeklere zihnin, gözlerini, kalbini kapamanın yettiğini sizlere gösterebilmişimdir.
Ortadaki direkleri kaldırmadık, bilinç vermedik ama biz bitti demeden bitmeyecek kaderciliğimizle tüm bu yaşananlara karşılık verdik. “Allah sabrını verir, zor tabii ama bunun mükafatı başka yerde” gibi sözlerle kim bilir kaç engellimizin yapabileceklerinin önünü kestik. Belki de destek verdiğinizi düşündüğünüz şey onun çoktan aştığı bir şeydi. Ne zaman bir engelli onu bunu yapacağım, dışarıya çıkacağım dediğinde “Ya başına bir şey gelirse? Nasıl olur?” diye başlayan sözler “El, âlem ne der”e evrilir. Aşılması gereken bir engel olarak sırtsı vazlamak, kaygı ile yapılan güya motivasyonlar ters rehabilitasyondur. Aman dikkat edin.
Dünya’da Paralimpik Olimpiyatlar (Engelli Olimpiyatları) sadece spor olarak algılanmıyor. Üstün bir motivasyon ve başarı kültürü mevcut. Engelli sporlarının yaygınlaştırılması yönünde çalışmalar yapmış biri olarak ne yazık ki ülkemizde “Tribün Sporları”nın para getirmesi, kendini amorti etmesi sebebi ile tercih edilmediğini, uygun bir rekabet ortamı bulamadığını gördüm. Aynı şekilde “Engelliler için tribünlerde daha bir yer yapılması” konusunda da girişimlerimiz oldu. Ne yazık ki hâlâ çoğu stadda sahayı sınırlayan tellerin dibinde, gol sevinçlerinde ya da ortam gerildiğinde atılan maddelerin hedefinde kalıyorlar.
Peki çalışma koşulları? İşsizlik oranı tabii ki çok yüksek. Toplum içine karışamayan milyonlarca engelli kullanılamayan bir güç. Yasalara göre 50 kişiyi geçen iş yerlerinde %3 olanında engelli çalıştırılmalı. 100 kişilik bir yerde üç kişi. Engelliler için dertleniyoruz ama siyasetçilerimizin oy ve toplumsal mimari açısından 3.5 milyon Suriyeliye vatandaşlık vermek gibi bir tasarısı var. Slogan “Türkiye’nin gücüne güç katacaklar” Savaş çok kötü bir şey ama biri bana söyleyebilir mi bu ülkenin gençleri ve engellileri nasıl iş bulacak, kendi hayatını kurup engelleri aşmak için motive olacak? Anadolu’daki engellileri düşünebiliyor musunuz? Tarlasına gidemeyen adamın ister gazi, ister malül çektiği eziyet uğradığı kem bakışları. Takılan lakapları. Ne yazık ki bunlara da şahit olmuş biri olarak ülkemin gerçekleri beni üzüyor.
Engelim sebebi ile kazı arazilerine çıkamadım. Bu yüzden yasaların bana verdiği %3’lük yetki ile özel bir şirkette işe başladım. Şansıma sosyal sorumluluk projelerinin içinde olmam isteniyordu. Ne yazık ki bir elin parmaklarını geçmeyecek yetkin engelli derneği gördüm. Siz bünyesinde, özellikle yönetiminde engelli olmayan dernek, Sivil Toplum Kuruluşu gördünüz mü? Dert çok ülkede gam yok. Vizyonu gerçekten çok geniş olan yöneticim zorlu bir sektörde olmamıza rağmen elimizi taşın altına sokmamız gerektiğini düşünüyordu. Önemli noktalarla iletişime geçerek “Türkiye Engelli Haritası” çıkarmak istediğimizi söyledik. Köy köy, ev ev. Muhteşem bir fikirdi. Ameliyat öncesi teşhis. Elimizde olağanüstü bir eser, veri olacaktı. Nerede, hangi sebep ve ağırlıkla, ne tür engellikler olduğu gözlemlenebilecekti.
İlk veto askeriyeden ikincisi devletten geldi. Ülkemizde engelli sayısının neden düşük gösterildi ile o zaman yüzleştik. On binlerce şehide eklenen ve gayri resmi sayılan savaşın yüzbinlerce gazisi, malulü. Ülkenin dörtte üçü deprem bölgesiyken kötü yapılanma sebebi ile verilen binlerce kayıp yanında unutulan yüz binlerce engelli. Devletin görmek istemediği akraba evlilikleri, oy potansiyeli sebebi ile oynanmak istemeyen nüfus artışı. Doğum kontrolünün milli ve dini, aslen politik sebeplerle ötelenmesi. Her engelli verilmesi gereken sosyal haklar, ayrıcalıklar, vergi indirimleri, tüm yapısalların onlara göre yapılandırılması demek. Bu vergilerimizle yapılması gereken bir sürü iş çıkarıyor. Bizim vergilerimizin gitmesi gereken başka yerler varken üstelik.
Eğitim, bilinç, yapısallar dedik. Sizlerle dertleşirken birde engelliği bir piyasa (ne de olsa 10 milyona yakın müşteri var!) halinde gören kişi ve kurumlardan bahsetmek istiyorum. Söz kısa sürecek. Üç yılda bir yenilenen (normali bu) bir ayak protezinin beş yılda bir çöp olan bir akülü engelli sandalyesinin ne kadar olduğunu biliyor musunuz? Devletin kabul etmediği, protez sektöründeki insanların paracı gözle baktığı bu insanlarımız nasıl olacakta evden çıkacak, sevdiği şeyleri yapabilecek?
Eksenimizi bu tabloyu çizdikten sonra yavaş yavaş engelli bireye ve edebiyata doğru çevirelim. Bir engelli için en önemli şey düşünsel ve bedensel olarak hayat kalitesini yükseltmektir. Hedeflerine koşarken sadece yolu net görmesi, o yolun açık olmasıdır. Umutlarının, hayallerinin peşinden gitmek ve başarabildiğini görmek engelli dostlarımızı, kardeşlerimizi daha fazla motive edecektir. Çünkü onlar birer engelli olarak hayatta ayakta durmak konusunda daha fazla bilgiye sahiptir aslında. Bir ülke engellilerinden çok şey öğrenebilir. Aynen korkularından, fantazyalarından, bilim kurgularından, çocuklarından, çizgi romanlarından öğreneceği gibi. Aynen engelli olunca o açığı kapatmaya çalışan vücudun hiç bilinmeyen bir kası devreye sokması gibi. Hayat meydan okumaları sever, zorlar, zorlar ve siz bir yere geldiğinizde bir başka yüksekliktesinizdir. Yamaçlar ne kadar dikleşse de o çabaya girmek size zevk vermeye başlar.Engeller aşılmak içindir. Yoksa orada ne işi var?
Bunca engellinin olduğu, bu sayı kadar büyük bilinç gereken ülkemde bırakınız Türk yazar çevrilmiş eser bulmak bile zor. Okumayı sevdiğim ve ilgi alanıma girdiği için (Evet, engelliliğim beni heyecanlandıran bir ilgi alanım) her zaman bu konuda tarama yapar yeni çıkan kitapların içeriklere bakarım. Ne yazık ki size beş kitap bile öneremiyorum. Üstelik bir tanesinin baskısı ne yazık ki yıllardır yok.
İlk kitap sevgili Seran Demiral’dan çocuk kitabı diyerek aldığım ve içinden muhteşem bir bilinç manifestosu çıkan “Parmak Uçları”. Görme engelli bir çocuğun okulda diğerleri ile olan iletişim zorlukları, gözlerini sonradan kaybeden bir başka çocuk ile bir kız vasıtasıyla tanışması. Yoldaşlıkları. Karanlığın içinde büyüyen bilinçleri, gelişen empatileri. Milli Eğitim Bakanı olsam bırakınız engelliliği “Önyargılar, ötekileştirme, dışlamaya karşı, anlayış, empati, bilinç üretmek için” tüm çocuklarımıza bu kitabı zorunlu yapardım. Seran genç bir yazar olmasına rağmen durumu müthiş kavramış. Empatik yönünün çok gelişmiş olduğunu düşünüyorum. Kitapta bulacağınız bazı şeyler ancak engellilerin yaşadığı, hissettiği türden. Ülkemizin en büyük sorunları ne yazık ki engellilere gösterilen anlayışsızlık değil, insanlarımız gittikçe daha fazla toleranssız.
İkinci kitap Gerald Metroz’un olağanüstü eseri, baskısı artık olmayan “Kendimi Engelletmem”. İsviçre’de beş yaşında iki bacağını da oldukça üst seviyede kaybeden bir çocuktan ülkenin en ünlü sporculuğuna yükselen hikayesi. İsviçre’nin Gerald’ı bir engelli bireyi olarak durmadan motive etmesi. Çocukluğundan itibaren motivasyon olarak spor ile beraber sosyal hayata sokması, güvenini, bireysel gücünü geliştirici faaliyetlere yönlendirmeleri etkileyici. Ve çok ünlü olduğunda Afrika’da üçüncü dünya ülkelerinde gördüğü engellilik trajedileri. Bu kitabı bir yerde görüyorsanız üstüne atlayın. Sadece bir engellinin hayatına şahit olmayacaksınız, kendi gücünüzü keşfetmek için illa bir şeyler kaybetmek gerekmediğini de anlayacaksınız. O kadar küçük düşünüyoruz ki. Yukarıda yazdığım gibi, bu zihni engeller biz insanoğlunun esas engelleri değil mi? kolaylaştıran ve zorlaştıran şeyler bir şeyin iki ama aynı gövdedeki uçları değil mi? Ne dersiniz?
Üçüncü kitap Mark Haddon’dan “Süper İyi Günler” Muhakkak okunması gereken kitaplar arasında gördüğümde ismi fazla pozitif gelmiş ve beni itmişti. Fakat ne zaman ki koca kitabı elime aldım yüzümde kocaman bir gülümseme ile okumam ve bitirmem çok kısa zaman aldı. Otizm üzerine, engellilik üzerine, bazı engellerin aslında belli şekillerde kullanıldığında ne kadar büyük güç ürettiği ile ilgili harika bir çalışma olmuş. Mark Haddon’un yıllarca Otistik çocuklara eğitmenlik yaptığını da eklemeliyim. Kolaylıkla bulabilirsiniz. Yeni baskı.
Son kitap (filmi de çekildi) Jean-Dominique Baubay’dan “Kelebek ve Dalgıç”. Yaşanmış bir hikâyenin, engelleri aşmak için durmadan mücadele edenlerin nefis bir tasviri. Harika olduğunu düşündüğü hayatı bir beyin kanaması ile kâbusa dönüşüyor. Tek yapabildiği şey göz kapaklarını hareket ettirmek. O kişi kitabın yazarı Jean-Dominique Bauby ve elinizdeki kitap göz kapağını oynatarak yazıldı. “A” bir göz kırpış “B” iki… Muhteşem…
Bu kadar. Düşünebiliyor musunuz? Pardon, bu konuda tüm engelli kardeşlerim kadar doluyum; siz bu ülkenin gerçekleri ile yaşamak istiyor musunuz? Bizim koca koca yazarlarımız, kocaman yayınevlerimiz bu konuda ne yapıyorlar? Bir kaç derneğin çıkardığı “Bir engelliyle yaşama kılavuzu” filan tarzı şeyleri buna dahil etmiyorum. Yedi kişiden biri engelli. Bu rakama göre dört kişilik her iki aileden birinin bir yakını, komşusu engelli. Tamam sakinim. Ülkemizin açıkta kalmış, iltihap kapmış bir sürü yarası var.
Bu konu üzerinde araştırma yaparken ilginç bir yayına rastladım. Elime alıp inceleme fırsatım olmadı ama şu ülkenin dipsiz kuyularından biri engellilik konusunda tünelin ucunda minicik bir ışık gibi duruyor. Bir engelli olarak bu tarz konular, bakış açıları eserler konusunda açlık çektiğimi itiraf etmeliyim. Kitabın ismi “Türk Çocuk Edebiyatında Engellilik 1969 – 2009” Ayfer Gürdal Ünal yazmış. Bravo. En kısa zamanda daha detaylı inceleyeceğim.
Bir yazının sonuna daha gelirken yine aynı, ülkemiz ve hakkı verilmeyen, verilemeyen dallar, önemli sorunlar konusunda naçizane fikrimi söylemeye çalıştığımı görüyorum.
Bırakınız ülkemizde kabul edilmeyen bir edebi tür olarak engelliliği bir “gerçek” olarak engelliliğimizi bile kabul edemiyoruz. İşte bizim büyük engelliliğimiz bu. Normalleştirdiğimiz diğer noksanlıklarımız gibi. Bir insanın ve bir ülkenin kendine yapabileceği en büyük kötülük yine kendine söylediği yalanlardır. Kalben ve aklen buna dur demeliyiz. Çünkü bireyin bu rahatsızlığı bir kanser gibi toplumu sarıyor. Toplumsal hastalıklar çok kötü neticeler verir.
Engellerimize kayıtsız kalmayalım. Engellerimizi, kimi zaman zor olsa da, görmeye çalışalım.
Sevgilerimle.