Bazı Albüm Kapakları #20: Jeff Buckley “Grace”
Seda Açıkoğlu
Müzik tarihinin nazik ruhlu, müstesna müzisyeni Jeff Buckley’in kısa yaşamı boyunca tamamladığı tek albümü “Grace”, 1994’te Colombia Records etiketiyle piyasaya sürülür. 90’ların en çarpıcı yeteneklerinden biri olan müzisyen, gerçek şöhretini, hassas ve benzersiz müziği, “Hallelujah”ın yürek burkan yeniden tasviri gibi birkaç cover içeren bu stüdyo albümü ile yakalar.
İtiraf ediyorum, Jeff Buckley albüm kapağını ilk gördüğüm an güzel yüzlü müzisyene çarpılmıştım ama beni esas derinden çarpacak olanın aslında albümün kapağında değil de içeride olduğundan o sırada bihaberdim. David Bowie’nin de dediği gibi ıssız bir adaya düşülse yanımda olmasını isteyeceğim albümlerden biridir.
Buckley’in New York sahnesine adım atma hikâyesi, 1991’de, Brooklyn’deki St. Ann’s Kilisesi’nde babası Tim Buckley için yapılan bir anma konserinde çalma davetiyle başlar.
Yazar Bill Flanagan kendi deyimiyle “zaman zaman sıkıcı” olan konseri şöyle anlatıyor: “Jeff, silüet olarak göründü, gitar çalıyordu ve Tim’in şarkılarından birini söylemeye başladı. “I never asked to be your mountain/Asla senin dağın olmayı istemedim”, bu babası Buckley’in ailesini terk etmesiyle ilgili yazdığı otobiyografik öyküsüydü.” Jeff Buckley, ilk defa kendi terk edilişinin şarkısını söylüyor ve bir nevi bir kederi temizliyordu. Flanagan, saçları daha uzun ve kıvırcık olan Buckley’in tuhaf bir sesle babası gibi ses çıkardığını anımsıyor.
Ona sahnede eşlik eden gitarist Gary Lucas, Jeff Buckley’in performansını sergilerken kalabalığın içinde dalgalanan şok dalgalarını hatırlıyor ve “Olağanüstü sese sahip bu sıska çocuk feryat ediyordu, yanında gitar çalıyordum ama sadece seyirciyi izliyordum, gerçekten nefes kesiciydi.” diye anlatıyordu o sahneyi.
O ân, Buckley’in babasının efsanesiyle sahneye çıkışı ama esas kendi efsanesinin de başlangıcıydı.
O gece, St. Ann’s’deki şovun sahnelenmesine yardım eden Rebecca Moore ile tanışır. Rebecca, 60’ların ünlü performans sanatı grubu Fluxus’u ve diğer avangart fenomenleri belgeleyen tecrübeli fotoğrafçı Peter Moore’un kızıydı. Buckley’i sanat dünyasına bağlayan bir güzellik olacak, sonrasında California’dan New York’a onun yanına taşınacak ve Buckley’in kariyerinin izleyeceği rotayı belirlemeye yardımcı olacaktı.
Jeff Buckley reggae cover gruplarından rock, metal gruplarına kadar çeşitli tarzlarda çalarak müzikle büyümüştü, teknik virtüözlüğünü ve çoklu oktav aralığındaki sesini sergileyen 60’lar ve 70’lerin rock’larını mükemmel bir şekilde çalabiliyordu, yetenekliydi, meydan okuyan çocuksu hevesi, muazzam bir kendine güveni vardı, doğal bir yaradılışla sahneye aitti.
Ancak birdenbire sanatçılarla dolu bir sahnenin ortasında bulur kendini ve cesurca her şeye dalar. New York, East Village’da popüler bir kafe olan Sin-é’de tek başına sahneye çıkmaya başlar.
Müziğinin çok yönlülüğü Nina Simone’dan Led Zeppelin’e, Edith Piaf’tan Van Morrison, Joni Mitchell, Elton John, Nusrat Fateh Ali Khan’a uzanan melodiler, şarkıcılar, gitaristler, şairler, bestecilerden ilham alıyor, sahnesi, en basit tarifiyle bir müzik aşığının enerjisiyle dolup taşıyordu. Bildiği tüm bu şarkıları çalmayı ve söylemeyi öğrenerek ve yaptığı işin temellerini keşfederek kendini bir “insan müzik kutusu” olarak tanımlar.
Onun için en iyi sanat, kalbindekini söylemek için sonsuz bir ölüm kalım meselesi olan sanatçılardan geliyordu ve bu ilhamla kendi arzusunu şöyle dile getiriyordu. “İstediğim bu. Ben buna “Lütuf/Grace” diyorum.”
O sırada belki haberi yoktu ama istediği lütuf zaten onda mevcuttu, müziğiyle dinleyiciye kalbi duyulabilir hâle getirmenin bambaşka yollarını zaten ortaya çıkaracaktı.
Sin-é’deki küçük kitleden başlayıp şehre yayılan ünü, büyük plak şirketlerinin de dikkatini çeker, East Village’daki programlarında Buckley’in onlara sunacak cover melodilerinden başka hiçbir şeyi olmamasına rağmen, yıldızı ve yeteneği o kadar açıktır ki plak şirketleri arasında sessiz bir ihale savaşı başlar, birçok şirket ona imza için zengin içerikli anlaşmalar sunar. Büyük şirketler, büyük baskılar demektir aynı zamanda.
Genç Buckley insanlara, baş ucu albümü “Led Zeppelin II”yi unutturacak bir albüm yapmak istediğini söylediğinde aslında hâlâ kendi odağını arıyordu, yıldız olma kavramından, yetenekli babası Tim Buckley’in kaçınılmaz mirasından uzak durmaya çalışıyor, rock yıldızlığının taleplerinin müziğin büyüsünü zedeleyeceğinden çekiniyordu.
Gönlü bağımsız şirketlerden yana olsa da “sanatsal özgürlük vaatleri” ile Sony’e ait Columbia ile imza atmaya ikna olur. Bunda şirketin koridorunda gördüğü genç Dylan’ın dev fotoğrafı, Bruce Springsteen, Leonard Cohen gibi isimlerle aynı plak şirketinde olma umudu da etkili olur.
İlk albümü “Grace”in öncesinde, Aralık 1993’te dört şarkılık EP, “Live at Sin-é” piyasaya sürülür. Jeff Buckley’i tanıtan ve çok sevilen bu ilk EP, gelecek albüme olan ilgiyi ve etkiyi de körükler ve Jeff’in sevdiği mekânda geçirdiği geceleri ölümsüzleştirir.
Gelelim Jeff Buckley’in biricik albümü “Grace”in kapak fotoğrafının hikâyesine.
Jeff Buckley ve fotoğrafçı Merri Cyr, Paper Magazine çekimi sırasında tanışırlar. Merri Cyr, Jeff’in fotoğraflarını kız arkadaşı Rebecca’nın Manhattan, Elizabeth Caddesi’ndeki dairesinde çeker. Bu iş vesilesiyle başlayan ilişkileri sonrasında sıkı bir arkadaşlığa dönüşür.
Jeff Buckley Sony için yeni albüm kayıtlarına başlamıştır ama öncesinde Merri’den ilk EP’si “Live at Sin-é” için fotoğraflarını çekmesini ister.
1988’den beri fotoğrafçı olan Cyr, Sony, Polygram, Warner gibi plak şirketleri için Joey Ramone, Anohni (Antony and the Johnsons), Bobby Gillespie (Primal Scream) ve Henry Rollins (Black Flag) gibi müzisyenlerle çalışmış, çeşitli medya ajansları için David Lynch, Victoria Abril, Wim Wenders gibi sayısız oyuncu ve yönetmeni çekmiş.
Merri Cyr on beş yaşındayken, “Loves Baby Soft” adlı bir parfüm markası için açılan bir modellik yarışmasını kazanır ve kampanya dünyanın en ünlü fotoğrafçılarından biri olan Richard Avedon tarafından çekilir. Bir süre modellik yapan Cyr, fotoğrafçıların ve asistanların yaptıklarıyla daha fazla ilgilendiğini fark eder ve fotoğraf öğrenmeye karar verir.
Kariyeri boyunca yüzlerce aktör, aktris, yönetmen ve müzisyenin fotoğrafını çeken Cyr, gerçek profesyonellerin kamera önünde hangi imajı yansıtmak istediğini çok iyi bildiklerini, ifadelerini, görüntülerini çok iyi kontrol ettiklerini söyler. Ama özellikle müzisyenlerin sahnede olduğu gibi kamera önünde de benzer duyguyu yaşayabildiklerini düşünür, “ve denemeye açıklar” der.
Merri Cyr bir sanatçıyla çalışmadan ve yaptığı işlerle ilgili bir yargıda bulunmadan önce düşüncelerini öğrenmeyi, fikirlerini anlatmayı, tartışmayı, ne tür görüntüler istediğini bilmeyi önemsediğini söylüyor.
Jeff Buckley’e aklındaki bazı şeyler hakkındaki fikirlerini anlatıp düşüncelerini sorduğunda, bu, Jeff’in hoşuna gider çünkü daha önce hiçbir fotoğrafçı ona çekimlerle ilgili bakış açısını sormamıştır. Jeff’in her fikre açık olmasının, onunla ilgili anımsadığı en güzel şey olduğunu söyler.
Merri Cyr, Jeff’in manyetik bir kişiliği olduğunu söylüyor. Baştan çıkarıcı ama bir yandan da Jeff’i hem sahnede hem de sahne dışında oldukça komik ve eğlenceli buluyor. Fotoğraflarda onu sevdiren, tatlı ifadeleriyle insanı içine çeken ama öte yandan görünüşünde, sanki hiç sevilmediğini düşünüyormuş gibi hüzünlü bir tarafı da olduğunu düşünüyor.
Jeff “Grace” albümünün fotoğraf çekimi için Cyr ile anlaşır ve Cyr müzisyen arkadaşı Billy Basinski’nin Williamsburg, Brooklyn’deki çatı katındaki dairesinde tasarladığı ve küçük etkinlikler yaptığı bir sahnenin de bulunduğu Arcadia Studios’u ayarlar. Çatı katının tuhaf mimarisi, tonozlu tavanları, mobilyaları, objeleri, merdiven boşluklarındaki doğal ışık fotoğraf çekimleri için oldukça uygundur.
Jeff çekime buruşuk giysilerle dolu bir spor çantasıyla gelir ve kocaman yatağın üzerine boşaltır, çoğu temiz olmayan ve neredeyse tümü vintage kıyafetlerdir çünkü Jeff sahnede eski moda ceketler, ikinci el kıyafetler giyer, bu onun tarzıydı. Hatta Merri Cyr o gün, o iş için gelen stilistin bütün günü ütü yaparak geçirdiği söyler.
Jeff ilk olarak, yakın zamanda ikinci el mağazasından aldığı gösterişli bir ceket seçer. Cyr pırıl pırıl parlayan bu cafcaflı ikinci el cekete “Judy Garland parıltılı ceketi” adını koyar.
Jeff çekimden aylar sonra Colombia çalışanları tarafından sunulan alternatif tasarımlar arasından tereddütsüz ve doğrudan seçtiği kapak fotoğrafına bakar ve “İşte bu” der, “Bunu sevdim, çünkü müzik dinliyorum.”
Jeff’in “Grace” için seçtiği kapak fotoğrafında üzerinde o ceket vardır ve çekimin yapıldığı esnada, kasetten albümün son şarkısı “Dream Brother”ın kaydı çalıyordur.
Yüzündeki ifadeyi, bakışı, müzik dinlemeyi ve huzur içinde olmayı sevmişti diyor Colombia’dan Leah Reid.
Şirket yöneticileri Buckley’in kapak fotoğrafı seçimi konusunda dehşete düşer, özellikle de ceket seçimiyle ilgili. Sony başkanı Don Ienner, parlak ceketin gösterişli olduğunu ve istediklerinden farklı bir mesaj verdiğini düşünüyordu.
Fotoğraftaki göz teması eksikliği ve gösterişli ceket yüzünden kafası karışan şirket yöneticileriyle kapak tasarımı konusu âdeta çıkmaza girer. Sony insanları, fotoğrafta Jeff’in neredeyse transa benzer bir şekilde tasvir edildiğini düşünür: Gözler duygulu bir şekilde kapalı, eski bir mikrofonu kavrıyor ve payetli bir kadın ceketi giymiş.
Jeff hem bu büyük şirkette yer almak ve dünya çapında tanınmak istiyor hem de bakış açısıyla ve seçimleriyle yargılanmadığı bağımsız bir plak şirketindeymiş gibi davranmak istiyordu.
Buckley sonunda kazanana kadar günlerce şirketle tartışmaya devam eder.
Menajeri George Stein bu süreçten “Diş çekmek gibiydi.” diye bahseder.
Merri Cyr “Grace” albümünün 25. yılında, “25 Years of Grace” adında, Jeff’i tanıdığı beş yıl boyunca çektiği fotoğraflardan oluşan bir kitap çıkarır. Cyr, Buckley’in Sin-é’deki günlerinden, “Grace” albümünün kapak çekimine ve albümün dünya çapındaki zorlu turuna kadar yol boyunca oradaydı. Kitaptaki belgesel fotoğrafların ve konsept çekimlerin yanı sıra yaptığı birçok röportajla, Jeff’in 90’larda nasıl ortaya çıktığının hikâyesini ve müzik endüstrisinin şu anki hâlinin bir portresini yeniden inşa eder.
Jeff Buckley yaşamı boyunca sadece bir albüm yaptı, zarif melodileri, imgelerle yüklü şiiri ve geniş ses yelpazesi onu çağdaşlarından farklı kıldı. “Grace”, dünyaya farklı bir yeteneğin geldiğini gösterdi ve gelecek yıllar için yeni bir müzik kaynağının vaatlerini verdi. Ancak Buckley’in 1997’de, ikinci albümünün hazırlıkları sırasındaki zamansız ölümü, geride bıraktığı birkaç ama harika şarkıyla yıllarca yeni ufuklar açmasına, ilham vermesine ve unutulmamasına neden oldu.
Jeff Buckley ölümünden bu yana geçen yıllar içinde ruhani kült bir figür haline geldi.
Bono’nun “gürültü okyanusunda saf bir damlaydı” diye tarif ettiği, Bob Dylan’ın “on yılın en iyi şarkı yazarlarından biri” olarak tanımladığı, Jimmy Page’in onu yirmi yılda ortaya çıkan en iyi teknik şarkıcı ve konserini izledikten sonra “oldukça açık bir şekilde ayakları yere basıyor ve hayal gücü uçuyordu; uçan bir yol, oraya, ötesine, ötesine” demesi gibi, “Grace”in yapımcısı Andy Wallace’ın “Fotoğrafik hafızanın ses eşdeğerine sahipti” diye bahsetmesi gibi.
“Bunu yapamasaydım, gerçekten uzanıp öleceğimi düşünüyorum. Müzik çok ilkel, çarpık, kıvrımlı bir yerden gelir. Bir insan şarkı söylediğinde, vücudu, ağzı, gözleri, sözleri, sesleri, gerçekte açıklayamayacağınız ama yine de bir anlamı olan tüm söylenemez şeyleri söyler. İnsanlar şarkı söylediklerinde tamamen değişime uğrar, insanlar şarkı söylediklerinde veya seviştiklerinde böyle görünür. Ama bu tuhaf bir şey – gecenin sonunda garip hissediyorum, çünkü herkese tüm sırlarımı anlattığımı hissediyorum.”
Anlattığın tüm sırlar için teşekkürler Jeff.
Bazı Albüm Kapakları Instagram hesabı linki için tıklayınız.