Başkaları Ne Der Diye Düşünürken…
Doğduğumuz anda üzerimize düşen meraklı ve aşırı ilgili bakışların etkisiyle mi bilinmez, hayat boyu bütün gözlerin üstümüzde olduğunu düşünerek yaşamak gibi bir hataya düşeriz. Toplum kuralları, eğitim sistemi ve yasalar da bu konuda elinden geleni yapar. Çoğumuz bunun bir hata olduğunu bilir, sıklıkla kendimize hatırlatır ve “bundan sonra farklı olacak” deriz ama “başkaları ne der” sorusunu, “herkesin gözü üzerimde” saplantısına ekleyerek yaşamaya devam ederiz.
Bu, kimi zaman kendini aşırı önemseme haline dönüşür ve bütün ışıkların üzerimizde parladığı yanılgısına düşeriz, kimi zaman ise bu ışıkların varlığı bizi ürkek, içine kapanık, yapmak istediği ne varsa içinde kalan birine dönüştürür. İki durumda da sonuç; mutsuzluk.
Muhabir ve köşe yazarı Chris Weller da aynı sorun üzerinde düşünmeye başlamış ve aşağıdaki makalede bilimsel verilerden de yola çıkarak özetle “Hayatı kendinize zehir etmeyin”, demiş.
Basit bir kavrayış sizi daha mutlu bir insan yapabilir…
Ona depresif ya da nihilist deyin, ama sosyal psikoloji araştırmayı destekler.
İnsanlar bir kez ilgi odağı olmadıklarının farkına vardıklarında, gerçekten daha iyi hissederler.
Bu fikre, Yale psikologlarından Paul Bloom’un Atlantic’te yazdığı bir makalede ilk rastladığımda, fikir kafamda iyi yerleşmedi. Kendisinin farkında düşünceli bir insan olmanın gerçek mutluluğun yolu olduğunu düşündüm. Ama daha sonra biraz daha öncüle gitmeye verdim;
Eğer insanların sizin her hareketinize dikkat etmediğini biliyorsanız, sizi daha az aptal ve tuhaf hissettirecek şekilde davranmanıza gerek yok.
Sadece kendin ol.
Ve böylece Bloom’un bu argümanı benim için bir anda daha ilgi çekici hale geldi. Makalede Bloom, 2000 yılında yapılan ve bir partiye 2 farklı tişörtle katılan insanlarla ilgili ilginç bir çalışmayı referans veriyordu.
Tişörtlerden biri utanç verici olmalıydı – üzerinde Barry Manilov vardı –.
Diğeri dışarıya olumlu bir hava vermeliydi.
Ya Bob Marley ya da Martin Luther King Jr. gibi biri…
Her iki durumda da, insanlar, onların partide giydiği tişörtlere dikkat edenlerin sayısını gözünde fena halde büyütmüştü. Parti sonrasında soru sorulduğunda, partiye katılanlar tişörtlere zorlukla dikkat ettiklerini ya da çoğunu güç bela hatırladıklarını söyledi.
“Spot Işığı Etkisi” denilen, belirlenmiş bir odada ilgi odağı olduğuna inanan insanların büyük bilişsel önyargıları olduğu böylece ortaya çıktı.
Bloom’a göre, mutluluğu korumak için düşüncedeki bu tip hatalar kritiktir.
Bloom, “Hayatımızda geriye baktığımızda, hatalı hareketlerimizden sık sık pişmanlık duyarız.” der “Ve bu başarısızlıkların bir nedeni utanmakla ilgili endişelerimizdir, başkalarının bizim hakkımızda ne düşündüğüdür.” diye devam eder.
O anlarda, aptal gibi görüneceğimizi zannederiz ve sessizce yargılayan ya da açıkça alay eden insanların korkunç görüntüleri gözümüzde canlanır. Bu nedenle hiçbir şey yapmayız uzun vadede, bu karar verme stratejisi genel bir mutsuzluk durumu yaratan karşılanmamış deneyimler stokuna neden olabilir.
Bu yüzden, öz bilincimizi aktif hale getirmek istediğimizde kendimizi dikkatle gözlemlediğimiz yerlere konumlandırmalıyız. (Bloom, kalemle çizilmiş bir çift gözün bile izlenme duygusuyla beynimizi kandırabildiğine dikkat çekiyor.)
Bunu kapatmak istediğimizde ise– psikologların dediği gibi kendimizi “ayırt edilemez” yapmak için – yaratıcı projelere kendimizi gömeriz, alkol ve uyuşturucuya yönelebiliriz, meditasyon yapabiliriz ya da Bloom’un kişisel olarak önerdiği gibi video oyunları oynayabiliriz. Bloom, aynı zamanda bu faaliyetlerden birini yapmak için karar vermenin her zaman kolay olmadığını söylüyor.
Sürekli parlayan spot ışıkları altında kendini incelemek zor olabilir. Ama küçük kavrayışların sonucu büyüktür ve daha önemlisi; kimse evrenin merkezinde yer almıyor, kendi kafamızdaki dünya hariç.
Bununla bir kez uzlaştıktan sonra, tişörtlerimizin üzerinde Barry Manilow ya da Bob Marley olması çok daha az fark ediyor.
Ne söylediğimize rahatlıklar odaklanabiliriz ve bunun diğer insanları nasıl hissettirdiğine…