Aynur Kulak, “Arızanın Merkezine Seyahat” kitabının yazarı Sona Ertekin’le söyleşti
Mundi Yayınları tarafından yayımlanan Sona Ertekin kitabı ilk olarak ismiyle dikkatimi çekti. Arızanın Merkezine Seyahat. Nasıl bir seyahat olabilir ki bu diye düşündüm? Fakat sonra kitabın kapağını çevirip alt başlığını gördüğümde merakım iki katına çıktı: Erotik Feminizm, Sürdürülebilir Hedonizm, Fantastik Gerçekçilik.
Sona Ertekin Hacettepe Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatını okuduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Sinema-TV alanında yüksek lisans yaptı. Çeşitli gazete ve dergilerde yazıları yayımlandı. Reklamcılık alanında çalıştı. Radyo programları gerçekleştirdi. Fakat asıl olarak Sona Ertekin bir seyyah. Gezmeye, görmeye, yeni yerler keşfetmeye, doğayla bütünleşmeye tutkun biri. Bu yüzden ne işle uğraşırsa uğraşsın gezme tutkusu hep yaptığı işlerin önünde.
Arızanın Merkezine Seyahat için seyyah olma tutkusunun meyvesi diyebilirim. Roman boyunca bir okuyucu olarak baştan sona heyecan verici bir maceranın içinde bulacaksınız kendinizi. Sona Hanım ile yapmış olduğum söyleşinin de bu anlamda romandan bir farkı yok diyebilirim. Macerayı, gezmeyi, yeni yerler keşfetmeyi, dünyanın dört bir yanından insanlarla tanışmayı, kitap okumayı ve yazmayı seven seyyah kadınların çoğalması en içtenlikli dileğim.
Şimdi bu çok güzel söyleşi için buyurmaz mısınız?
Aynur Kulak: Sona Hanım merhaba. Bu söyleşi de bir yolculuk olacağından biraz başa dönmek istiyorum. Hacettepe Üniversite’sinde Amerikan Kültürü ve Edebiyatı okuduktan sonra İstanbul Bilgi Üniversitesi Sinema-TV alanında yüksek lisans yapıyorsunuz. En baştan itibaren edebiyat ve yazmak meselesi var anladığım kadarıyla. Yolculuğunuzda da adım adım bu yönde bir ilerleme var. Edebiyat sizi ilk nasıl etkilemeye başlamıştı? Çocukluğunuzda, belki de ilk gençliğinizde edebiyatla oluşan bağınızı sormak istiyorum aslında.
Sona Ertekin: Söylemesi biraz komik olacak ama ben okuma yazmayı öğrenir öğrenmez şiir ve hikaye yazmaya başlamıştım 🙂 Annem daha hamileyken bana sesli kitap okurmuş. Okumayı sökerken yatağın başucundaki kitap sırtlarını her akşam tekrar tekrar okuyarak pek çok yazarın ve kitabın adını küçük yaşta ezberlemiştim. Kendimi bildim bileli içimden en doğal ve kolay şekilde çıkan şey kelimeler ve yazmak oldu sanırım. Edebiyat tutkunu bir aile ve çevre içinde büyüdüm. Çocuk edebiyatı, dünya edebiyatı ve klasikler evde hep elimin altındaydı. Ortaokul lise yıllarında parkasının cebinde sürekli kitapla gezen bir kitap kurduydum ben. Günlükleri doldurarak, şiirler, denemeler, öyküler biriktirerek büyüdüm. Yetişkinliğe geçiş yaparken de hayatımı hep yazı yazarak ya da çeviri yaparak kazandım.
-Üniversite eğitiminizden sonra ana akım medya içerisinde çeşitli gazete ve dergilerde yazmaya başlıyorsunuz. Yazma mevzuunu yaptığınız işlerle (köşe yazarlığı, reklam yazarlığı, dergi yazarlığı) karşılaştırmanızı istesem ne derece yaklaşıp, ne derece uzaklaşmıştınız yazıdan? Yani katkısı var mıydı, besledi mi iş hayatınız yazı yazma meselenizi?
Sona Ertekin: Yazı ekseninde bir kariyere başladığımda seyahatlerde tuttuğum günlükler hariç ‘kendim için’ yazmaktan uzaklaştığım dönemler oldu. Bir de baktım çakır keyif şiirlerimi, notlarımı Facebook’ta ya da blogumda paylaşıyorum. Bir süre sonra bunun bir enerji kaçağı olduğu kanısına vardım ve laf ebeliklerimi sosyal medyaya saçmak yerine notlar alarak biriktirdim. Yaratıcı enerji ya da her ne ise onu bir romana, kalıcı bir anlatıya kanalize etmek istedim. Yazı yazmak geçim kaynağınız olduğunda kendiniz için yazmaya vakit ayırmak kolay bir şey değil. Çoğu zaman ben de bunun sıkıntısını çektim ama uzun bir yolun sonunda olsa da sonuçta bu kitap ortaya çıktı.
-Çevirmensiniz aynı zamanda. Ki bu konu ayrıca konuşulması gereken bir yerde duruyor. Köşe yazarlığı, dergicilik vb… işler dönemsel olabilirken çevirmenlik sürdürülebilir bir merak alanı. Katılır mısınız buna? Çevirmenlik yapabilmek edebiyatın nirengi noktasıdır, hassas konusudur desem size, sizin yorumunuz ne olurdu bu konuda?
Sona Ertekin: Çevirmenlik tam zamanlı bir iş olduğunda oldukça zor ve yıpratıcı. Her iş gibi görünmeyen, kendine has güçlükleri var diyebilirim. Sürekli teslim tarihlerine yetişmek, özellikle de evde/serbest çalışıyorsanız iş ve özel hayat arasındaki dengeyi kurmak dönemsel anksiyete ve buhranlara güçlü bir zemin hazırlıyor. Ancak ben buna çıkış yöntemi olarak çareyi mesaimi hafta içi 9-6 saatleriyle sınırlamakta ve bolca spor yapmakta buldum. Sürekli kafanızda yaşıyorsanız arada bedene dönmekte fayda var… Edebiyatla bağlantısına gelince, en sevdiğim yazarlardan biri olan Tom Robbins’in Kovboy Kızlar da Hüzünlenir/Even Cowgirls Get the Blues kitabını çevirmek bir romanın kurgusunu satır satır, kelime kelime deneyimlemek, özümsemek anlamında benim için değerli bir tecrübe oldu. Geçimsel kaygılarla son 10 yıldır serbest reklam çevirmenliği yapıyorum ki bu da yaratıcılık içeren, çevirmenlikle metin yazarlığı arasında bir meslek. Ancak kafayla yapılan işler yaratıcı enerji kotanızın büyük bir kısmını bu yönde harcamak demek. Dolayısıyla dileğim zevk için tutkuyla yapacağım edebiyat çevirileri haricinde bu macerayı da en kısa zamanda sonlandırarak daha geniş vakitte, bolca yazmak olurdu.
-Arızanın Merkezine Seyahat ilk romanınız. İçsel ve dışsal, her iki anlamla da yorumlanabilecek bir yolculuk kitabı. Yazmanız sekiz yıllık bir süreyi kapsadığından, bir yazma yolculuğundan da bahsedebiliriz. Kafanızda ilk ne zaman oluşmaya başladı Arızanın Merkezine Seyahat? Çünkü siz medya alanında yaptığınız bir çok işi sonlandırıp, cesaretli kararlar vererek yeni bir dönem başlatıyorsunuz hayatınızda; öyle değil mi? Nereden bakarsak bakalım yolculuk mevzuu sizin en esaslı meseleniz olarak olagelmiş bir mesele galiba.
Sona Ertekin: 2006 yılında ofis yaşamını geride bırakıp altı aylık bir Hindistan gezisine çıktım. Geride bıraktığım ofis yaşamı ikinci yuvam Açık Radyo’da geçtiği için şanslıydım ama yeni deneyimlere açtım. Geri döndüğümde artık ofis işlerinde çalışamayacak kadar vahşileşmiştim. Dönünce girdiğim ilk işte kendimi parmaklıklar ardında volta atan hüzünlü bir kaplan gibi dolaşırken bulunca yolculuk etmeye, maceraya henüz doymadığımı anladım. Beni şehre bağlayan mecburiyetlerim olmaması da işimi kolaylaştırdı. Bunun üzerine serbest çevirmenliğe başlayıp seyahatlerimi bu şekilde finanse ettim; gittiğim bazı yerlerde ev tutup aylarca kaldım. Bu süreçte 3-4 yıl boyunca gidip gelmek ve soğuk kışları atlamak suretiyle Hindistan, Fas, Nepal, Kamboçya, Laos, Tayland, Endonezya, Malezya gibi ülkelerde gezdim ve yaşadım. Aktüel dergisinde Sona’dan Mektup Var başlığıyla gezi yazıları yazdım… Tom Robbins’in Kovboy Kızlar’ı da hareket halinde olmaya, yolculuk ve maceraya bir övgüdür aslında. Ben de bunu kendi hayatımda özgürce deneyimleme fırsatım olduğu için çok şanslıyım. Arızanın Merkezine Seyahat’in tohumları da benim bu gezgin döneminde atıldı ve olgunlaşmaya başladı zaten.
-Romanda ‘Diğer kutsal kitapların geldiği yerden gelmeyen’ adı Cevaplar Kitabı olan kutsal bir kitap söz konusu. Kitap dedektifliğini yaşadığı büyük hayal kırıklığı nedeniyle bırakan Leyla ile ‘tabiri caizse’ ödül avcılığı yapan Hakan’ın yaşamları kutsal kitap Cevaplar Kitabı ekseninde buluşuyor. Ve yolculukları başlıyor. Kişilerin ilk önce kendileriyle olan ilişkileri, inançla, felsefeyle, edebiyatla olan ilişkileri üzerine gönderilecek veya indirilecek kutsal kitaplar olmalı hala diye düşünüyor musunuz yoksa dünya hızlı bir yolculuğun içinde sürükleniyor artık ve kitaplar faydasız, bu yüzyılın insanlarının yaşadığı mutsuzlukların cevapları kitaplarda yok diyebilir misiniz?
Sona Ertekin: Belki de mutsuzluklarımızın cevapları yerine mutluluklarımızın sorularına odaklanmalıyız diye düşünüyorum aslında. Mutluluktan daha öncelikli bulduğum kavramlar huzur ve dürüstlük. Kendimize karşı dürüst olmak; bize ilham veren ve iyi gelen şeylere yönelmekten başka çıkış yolu göremiyorum. Sadece bu anahtarlar bile uzun vadede insan hayatı için dönüştürücü bir güce sahip sanırım. Ancak ‘doğru’ cevapları bize verecek kitaplara, tablet gibi yutacağımız anlık çözümlere, kısa yollara inanmıyorum. Bireysel düzeyde hayatı yaşamaya değer kılacak, toplumsal düzeyde ise insanlığın son dönemde şahit olduğumuz kültür ve değer erozyonuna çare niteliğindeki tek çıkış yolu günlük yaşamımızdaki mini minnacık, küçücük adımlardır bence. Sabah kalkar kalkmaz yatağını toplamak, kendi yemeğini yapmak, işe giderken farklı bir yoldan yürümek, sağlıklı yaşıyorsanız yaramazlık yapmak, yaramaz biriyseniz bedeninize iyi davranmak ya da ezberinizi bozacak, sizi canlandıracak her şey…
-Leyla ile Hakan Kutsal Kitap meselesi üzerine tanışıyorlar ve bir yolculuğa çıkıyorlar. İlk önce duygular anlamında, davranışlar anlamında kendilerini koruma altına alıyorlar. Kadının ve erkeğin bir araya gelince (herhangi bir mesele için ama daha çok da duygusal bir şey oluştuklarında aralarında) birbirlerini değiştirmek-dönüştürmek isteme meselesinin gerilimini hissediyoruz roman boyunca. Bu gerilime iki tarafın ne ölçüde dayanabileceği yolculuğun sonuçlarının nasıl bir yere gideceğini de belirliyor. Katılır mısınız?
Sona Ertekin: Kitabın ilişki eksenindeki temel sorularından biri bu. Aslında birbirlerini değiştirmek için çok da çaba göstermiyorlar ancak bireyselliklerini koruma konusunda ikisi de ısrarcı. Karşınızdakini değiştirmeye kalktığınızda o kişi artık sizin en başta aşık olduğunuz kişi olmaktan çıkıyor ve karakterini yitiriyor. Ancak bireyselliğinizi aşırı korumaya aldığınızda da birliktelik imkansızlaşıyor. Neticede insan tek başınayken de kendiyle çatışır, dolayısıyla yaşamın içinde kendimizle bile çatışmasız bir ilişki söz konusu olamaz. Ve iki insan yüzde yüz uyumlu olsa bile zaman içinde değişirler, hatta değişmelidirler. Değişmeden yaşamak ancak dürüstlükten uzak bir inadın, geleceğe dair korkuların ya da konfor alanına mahkum kalmanın sonucu olabilir. Dolayısıyla hem kendin olmak, hem de beraber yürümek mümkün müdür sorusuna geliyoruz… İnsan yer yer kendine katlanıp yer yer kendini sevebiliyorsa bunu kendine hedef koyan biriyle de ayakkabılarını çıkarıp birlikte yürüyebilir. Tıpkı Leyla ve Hakan örneğinde olduğu gibi bu bir macera ve bir olasılıktır.
-Yukarıdaki soruya istinaden; aslında Leyla artık bir takım şeyleri tamamen sonlandırmış ve kendini yalnızlığa (bir nevi ölüme) bırakmışken Hakan gibi biri karşısına çıkıyor (Bir hedefi olan, ne istediğini bilen) ve rotalar yeniden çiziliyor, çatışmalar başlıyor. Leyla ile Hakan’ın yolculuğu şu genel soruyu beraberinde getiriyor galiba: Çatışmalar, çabalar, kavgalar, gürültüler, uzlaşmalar sonucunda hayatımızda kimler kalıyor?
Sona Ertekin: Çok doğru. Neticede karşılaştığımız her insanın hayatımızdaki misyonu ve bizim onun hayatındaki işlevimiz farklıdır. Arkadaş olduğumuz insanlarla zaman zaman birlikte yürürüz, sonra hayat bizi farklı yönlere savurur, sürükler, yollarımız ayrılır. Dolayısıyla bir ilişkide çatışmanın yoğun olması o ilişkinin yanlış olduğunu göstermez. İnsanın bir hayat arkadaşı ve eş arayışı son derece insanca, doğal bir arzu. Ancak bu olasılığı her karşılaşmada aramak ve test etmek bize kalp kırıklığı olarak geri dönüyor. Oysa bazı insanlar hayatta neyi istemediğinizi, neyin size uygun olmadığını öğretmek, ya da bastırdığınız tarafları ortaya çıkarmak, özünüzde kim olduğunuzu size hatırlatmak için vardır. Beklentilerimiz maalesef karşılaşmaların potansiyelini ortaya çıkarmamıza engel oluyor. Dediğiniz gibi, kaçınılmaz çatışmalar iki insanın birbiri için kıymetini azaltmak zorunda değil. Sevgi ve değer verme hali ortak bir hedefe koşmak anlamına gelmeyedebilir. Tıpkı anı yakalamanın onu çerçeveletip cebimize koyarak “sahiplenebileceğimiz” bir deneyim olmaması gibi. Hayatınızda kalan ya da uzakta olsa bile sevgiyle andığınız insanlar olması, pişmanlıklar yerine olumsuz hatıraları bile gülümseyerek anmanızı sağlayacak sevgi dolu anılar biriktirmek en büyük zenginlik. Hakan ve Leyla’nın buluşması ikisinin de bildikleri şekliyle hayatlarını alt üst eden, alışkanlıklarına ket vuran, ikisini de konfor alanlarının dışına kışkışlayan itici bir güç. Oysa değişmeyen tek şey değişimdir 🙂 Vakti geldiğinde değişimi kendimiz yaratamıyorsak hayat bizi türlü şekillerde mutlaka buna zorlayacaktır.
-Kitaptaki yolculuk; Leyla ile Hakan’ın yolculuğu niye Asya’ya doğru? Siz aynı zamanda seyyahsınız ve medya çalışmalarınızı sonlandırdıktan sonra neredeyse kendinizi tamamen seyahat etmeye veriyorsunuz. Asya yolculukları kadim öğretiler içinde de hep kullanılır. Asya’da ne var? Çünkü Leyla ile Hakan’ın kitap için bir araya gelmelerinden ziyade yaşadıkları yolculuk (aynı zamanda burada içsel yolculuğu da kast ediyorum) çok güzel. J
Sona Ertekin: Asya ve Güneydoğu Asya benim çokça vakit geçirdiğim, gözlemlediğim bir coğrafya olduğu için bu kitabın da temelini oluşturdu. Aslında hangi yöne olursa olsun “seyahat” ve özellikle de tek başına seyahat etmek bana göre en büyük öğretmendir. Benim bu bölgeyi tercih etmemde en büyük etken de Beat kuşağından 68’e ilgi duyduğum tüm akımların bu coğrafyaya yönelmesi oldu. Hem doğası hem de sanatı ve kültürüyle estetik olarak bana hitap ettiği bir gerçek. Öte yandan Hindistan’da “büyülü gerçekliğin” hayatın her alanına sirayet ettiğini görebilirsiniz. Pek çok din ve kültürün bir arada yaşandığı bölgelerde hoşgörü kültürü de insanı mest ediyor, özgürleştiriyor. Tayland ise dünya üzerinde bir kadın olarak en rahat ve güvenli seyahat edeceğiniz bölgelerden biri. Üstüne tropik bitki örtüsü, lezzetli yemekler, okyanus ve sıcak bir iklim de cabası.
-Romanın alt başlığı; Erotik Feminizm, Sürdürülebilir Hedonizm, Fantastik Gerçekçilik. İlk maddeden başlayalım. Erotik Feminizm adı altında kadından alınan cinselliği, kadına geri vermek mi istediniz? Ve kadından alınan cinselliği kadına geri verdikten sonra hazzı yani hedonizmi sürdürülebilir hale getirmenin önemine mi vurgu var? Çünkü toplum olarak bir çok konuyu yanlış anlayıp yanlış değerlendirdik. Feminizm de maalesef bunlardan biri. Kadın cinselliğinin yok sayıldığı bir yorum çerçevesinden değerlendirildi şimdiye kadar.
Sona Ertekin: “Erotik Feminizm, Sürdürülebilir Hedonizm ve Fantastik Gerçekçilik”, kitabın baş karakteri Leyla’nın inandığı değerler olarak karşımıza çıkıyor. Ben cinsellikten ayrı düşmüş bir feminizm düşünemiyorum ve kadının cinselliğinin “geri alınması” gerektiğine yüzde yüz inanıyorum. Kadını bir takım rollere, misyonlara, parçalara bölerek bütünlüğünün bozulması kişiliklerimizde acımasız bir kırılma yaratıyor. Anne, arkadaş, iş kadını, masum, kirli, temiz, değerli, arzulanabilir, çekici, sıkıcı, şefkatli, tutkulu vs vs. Bunlar ancak karşımızdakilerin çıkar/fayda konumlarına göre makbul ya da kabul edilemez olarak nitelenen, dışarının yargılaması sonucunda anlamı değişen yakıştırmalar. Kadını her şeyiyle bir bütün olarak görmeye toplumsal anlamda büyük bir direnç var ve bu ne yazık ki bizim gücümüzü, sihrimizi azaltıyor. Hedonizm ise gençlik yıllarında hak görülen, yetişkinlikte hakir görülen bir kavram. Oysa “oyun” ve “eğlence” unsurlarını hayatımızın merkezine koyduğumuzda yetişkinliğe ve gerçekliğe uzak düşerken hayatımızdan uzaklaştırdığımızda da “robotlaşıyoruz”. Sürdürülebilir hedonizmi yaş aldıkça insanı canlı tutan, hayatı yaşanır kılan bir vahşiliği taze tutmanın aracı olarak görüyorum.
-Fantastik Gerçekçilik derken kast ettiğiniz şey yolculuk mu (Arıza’ya giden bir yolculuk bu üstelik) yoksa Leyla ile Hakan özelinden kadın erkek ilişkilerine ve tüm ilişkilere yapılan bir atıf mı bu alt başlık?
Sona Ertekin: Hayatı yaşarken gerçeklikle bağlarımızı sağlam tutmak, nerede nasıl kim olarak yaşadığımızın farkında olmak özellikle yetişkinlikte huzuru yakalamak için mecburi gibi bir şey. Neticede faturalarınızı, vergilerinizi ödemeniz, evinizi temiz tutmanız, insanlarla ilişkilerinizi sürdürebilmek için etrafınızda olan bitenin farkında olmanız gerekiyor. Kısacası “Yetişkinlik 101” diyelim… Ama hayatı yaşamaya değen kılan şey yaşamın içindeki sihri görebilmekten geçiyor. Bir bulutu ip atlayan bir keçiye benzetebilmek, yolda yürürken gördüğünüz bir manzara karşısında duygulanabilmek… Hayatınızda gerçekleşmesini istediğiniz şeylerini tohumunu ekmek için bile önce hayal kurmanız gerekiyor. Hayatın içindeki muazzam sürprizleri, tesadüfleri, hediyeleri görmek için kalbiniz sihre açık olmalı. “Fantastik Gerçekçilik” benim için mucizeleri, masalları, düşleri kalbinden uzak tutmadan bugünü layığıyla yaşamak demek.
-Kitabın bir playlist’i var. Akan hikayeye karşılık fonda seçmiş olduğunuz müzikler çalıyor. Yolculuklarda müzik vazgeçilmez ikili J Siz bu müzikleri yapmış olduğunuz seyahatlerde dinlediniz diye düşünüyorum. Müzik hikayeyi nasıl besliyor? Yolculuklarımızı nasıl besliyor daha doğrusu?
Sona Ertekin: Hayatım boyunca tutkulu bir dinleyici oldum. Yedi sene radyoculuk ve on sene de dj’lik maceram var. Dolayısıyla hem seyahatlerim sırasında dinlediğim, hem de yazarken kitabın atmosferine eşlik eden müzikler kitapta küçük izler bıraktı. Bu şarkıların çoğunu “Arızanın Merkezine Seyahat” başlıklı Spotify listesinde bulabilirsiniz. Bunun yanı sıra kitabın 8. ana bölümü içinde 11. bölümden (Kutsal Geometri) finale kadar da Youtube’da bulunan Mayawaska – Divine Introspection setini dinleyebilirsiniz.
-Biz macerayı seven, gezmeyi seven bir toplum muyuz? Ki kendi içimizde yolculuğa çıkmayı seven bir toplumda değiliz aynı zamanda; kişisel gelişim meselelerin içine her ne kadar dalmış olsak da… Tabii süreç, yaş alma, şartlar vs… bir çok etken var yolculuklara çıkmak için. Kendi kendimizin arızası mıyız yoksa hayat mı çok zor gerçekten?
Sona Ertekin: Biz uzun yolculuklar sonucunda bu topraklara gelip yerleşmiş karma bir toplumuz. Anadolu göçebelerin ‘tamam burası güzelmiş, artık biraz dinlenelim’ dediği ve kök saldığı topraklardır desek çok da yanlış olmaz sanırım. Üstelik tüm dünyanın içsel yolculuğuna ilham veren bir tasavvuf geleneğimiz var… Bir hayli uzak düşmüş olsak da zengin şamanik köklere sahibiz… Kitab-ı Bahriye’miz, Seyahatname’miz var. Ancak ekonomik koşullarımız ve orta sınıfa ait “güvenlik” kültürümüz içinde gezginliğe hiçbir zaman fazla yer olmadı. Yine de ülkemizin insanları son yıllarda eskiye nazaran çok daha fazla seyahat etmeye başladı. Son beş yılda gitgide çoğalan seyahat kitapları ve sosyal medyadaki dünya gezme trendi de bunu gösteriyor. Bu çoğu insan için gerçekleşmeyen uzak bir hayal, kimileri içinse kısa süreli turistik gezilerle gerçekleştiğine inanılan bir yanılsama niteliğinde. Ev kirası, kredi borcu, cep telefonu taksitlerine gömülü bir yaşam tarzında “gezginlik” kolay değil. Örneğin Batı ülkelerinde üniversiteyi bitirir bitirmez askere gidip evlenip işe girip çocuk yapmanız beklenmiyor. Gençler üniversiteye girmeden önce bile bir seneyi kim olduklarını, hayatta ne istediklerini keşfetmelerine yardımcı olacak uzun dünya seyahatlerine ayırıyorlar. Günümüz koşullarında zor görünse de keyif harcamalarınızı yeni kıyafetler ve kafelere dökmek yerine bir seyahat için fona dönüştürmek imkansız değil. Önemli olan hayattaki öncelikleriniz…
Arıza kısmına gelince, yaşadığımız düzende hayat hiç kolay değil ama onu daha da zorlaştıran biziz. Bu kötü huyumuzu biraz olsun kenara bırakmak, huzur ve neşeyle daha sık buluşmak, kendimizi tanımak için önce kendi arızamızın merkezine zorlu da olsa bir seyahat etmemiz gerekiyor.