‘Amerikan rüyası’ Amerikan’ın gördüğü rüyadır

Berkay Akbudak

Kutsal kitaplarla Darwin’i karşı karşıya getiren evrimi, dini ya da “türlerin kökeni”ni açıklayacak kapasitem yok ne mutlu bana ama çok iyi biliyorum ki dünya sineması zaman zaman büyük değişimler yaşamış ve evrim geçirmiştir. Kültürler evrim geçirir, sinema da 100 küsur yıllık birikimiyle kültürün büyük bir parçasıdır. 100 yıl evrim geçirmek için çok kısa bir süre olabilir ama sinema karaya çıkan balık değildir, zaten Darwin de sinemacı değildir.

Sessiz dönemden sesli filmlere geçiş bu evrimin ilk büyük adımı sayılır. Artık filmlerde diyalog vardır, konuşan oyuncular vardır. Bu sebeple (diyalog yazmak zorunda kalan) senaristler ile (konuşmak zorunda kalan) oyuncular da evrim geçirmiş, birçoğu bu büyük yeniliğe ayak uyduramayıp işsiz kalıp oyun dışına itilirken, eskiden olsa kale arkasında top toplayıcı olamayacak bazı kişiler “büyük” sanatçı olmuştur. Örneğin Buster Keaton gibi bir deha solmuş, Chaplin (dev bir şirketin ortağı ve çok çok daha zengin olduğu için) zar zor kendini  kurtarabilmiştir. Yani sinema köklü değişiklikler yaşadığında yeni gelen kurallarla bu oyunu oynamasını beceremeyenler kaybetmiş, başta o kuralları koyanlarla kurallara uyum sağlayabilenler kazanmıştır. İşte bunlar hep doğal seleksiyon.

Yüz yıllık bu kısacık zamanda, teknolojinin de gelişmesiyle defalarca yön değiştiren sinema dünyasında en çok ilgi çeken, merak uyandıran ve zevk veren keskin virajlardan biri Amerikan sinemasının 1960’ların sonunda başlayıp 70’ler boyunca devam eden, 80’lere gelince doyduğu için (maalesef) birkaç istisna dışında tekrara düşen ve (bence) düşmeye devam eden dönemidir.

Kusursuz ve havalı!

Amerikan sinemasının ticari ve nitelik olarak hızlı ve büyük yükselişe geçtiği dönem 1940’ların sonuyla başlıyor, 1950’li yıllarla ivmelenip (arada bata çıka, daha çok çıka) günümüze kadar geliyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan kocaman bir zaferle çıkan abiler hemen her konuda olduğu gibi sinemada da ahkam kesmeye başlar. Büyük sermayelerle kurdukları endüstri, kendi içlerinde yarattıkları star oyuncularla bir kuyum markasına dönüşür. Bu dönemde bir sürü yakışıklı jön ve bir o kadar da seksi kadın star çıkar ortaya. Yönetmenler büyük ve iddialı (yani bayağı pahalı) filmler çeker. Bu filmler bütün dünyaya satılır ve sinema salonlarına koşturan, yaşlı genç hemen herkes o starlar gibi olmaya, onlar gibi giyinmeye, saçını başını onlar gibi yapmaya başlar. Çünkü o zamanlar memleketlerin en kanlı bataklığı olan Birleşik Devletler’in, vatandaşlarına verecek, bu en büyük özellikleri güzel olmaları olan insanlardan başka günü tamamlamaya yetecek kadar umut aşılayan, yaşama sevinci üfleyen, paranoyadan uzaklaştıran başka bir şeyi yoktur. Çünkü o sıralar ABD’nin hepsi barış sever, hepsi demokrasi sevdalısı, dünya huzuru, sağlığı ve her ülkenin öz kaynaklarını kullanmasını “şiddetle” savunan vatandaşları kendilerini bir saniyede toza dönüştürecek bir Sputnik’in havada gezmesinden son derece rahatsızdırlar. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden Rita Hayworthler, Joan Crawfordlar, Cary Grantler kusursuzdurlar, çok havalıdırlar. Kusursuz ve havalı. Bu iki kavram Amerikan fabrikalarında (Bangladeşli çocuklar tarafından) hala üretilen en iyi iki üründür.

GILDA, Rita Hayworth, 1946
Fotograma de la pelicula
249/cordon press

Tarihte megastarlığın ilk markası Elvis olabilir. Şarkıcı olarak patlar patlamaz hemen sinemaya atlar, ömrü boyunca 31 adet birbirinden berbat filmde başrol oynar. Kralı bu filmlerin hiçbirinde mutsuz, kaybetmiş, güçsüz, aç, ezik göremezsiniz. İşte uzun bir süre Amerikan filmlerinde hiç görmeyeceğimiz erkek tekeli karakter özellikleri. Hiç üstü başı pislik içinde bir Clark Gable gördünüz mü? Dayaktan ölmek üzere bir Humphrey Bogart? Bu adamların çektiği acı aşk acısı, özlem falandır en fazla.

Kaybettikleri tek şey aşık oldukları zavallı (ama çok güzel, seksi, zengin ve beyaz) kadınlardır. Ey efendiler bir gün de bir pijama giyin oturun, bir nezle olun ağzınız burnunuz aksın, yürürken bir taşa takılın, uykunuzdan uyanın şöyle saçınız başınız dağılmış olsun, yok hepsi her zaman jilet gibi. Film masraflarının büyük bir kısmı takım elbise, ütü, manikür ve saç jölesinden oluşuyor. En feci örneklerinden biri ilk serideki James Bond’u canlandıran Sean Connery’dir (her ne kadar Amerikan olmasa da seri bariz Amerikan yalamasıdır). Gemide patlama olur, Mr. Bond denize uçar, yüz kişiyle çatışmaya girer, on dakika yumruk yumruğa kavga eder, bırakın burnunun kanamasını, terlemez bile, saçı bile bozulmaz.

Bu dönemin krallığı sürerken, bambaşka ekolden gelmelerine rağmen hiç de sistemin dışına çıkmadan yürüyen (Amerikan sistemin dışına çıkamaz, demokrasi şehidi rahmetli Abraham Lincoln reyis dahil), bu yüzden çok kolay kabul gören ve çok sevilen, alternatif birkaç iyi adam çıkar. Bunların hepsi meşhur Actor Studio’dan gelme sert çocuklardır. İlk dalga Marlon Brando, James Dean ve sonradan büyük bir yönetmen olacak John Cassavetes[*] ile gelir. Bu dalga başta Warren Beatty, Robert De Niro, Al Pacino, Dustin Hoffman, Jack Nicholson, Gene Hackman, Robert Duvall, John Cazale gibi babalarla okyanusa dönüşür.

40’lı yıllarla birlikte, başını Tenessee Williams’ın çektiği, aşktan başka acılar da yaşayan (fakirlik, işsizlik, yalnızlık, öteki olma) adamların (yine erkekler) hikayelerinin anlatıldığı tiyatro oyunları yavaş yavaş ses getirmeye başlar. Arthur Miller ve John Steinbeck gibi babaların da olaya dalmasıyla bu ses (o ses mi demeliydim?) iyice yükselir. Elia Kazan gibi yönetmenler bu yazarların eserlerini ilk dalga oyuncularıyla sahneler. İşte bu çalışmalar sinemaya taşınca 50’li yılların 60’lara sarkıntılık eden kralları tahtlarında sallanmaya başlar. James Dean’li Rebel Without a Cause, Brando’lu On the Waterfront, Cassavetes’li Crime in the Streets gibi o dönem için sert sayılan öncü filmler ve karakterler büyük ilgi çeker. Değişim başlamıştır ama neredeyse sadece bu üç oyuncu ve başta Elia Kazan olmak üzere bir avuç yönetmen ve senaristin emekleriyle ilerlemeye çalışır. 60’ların sonuna gelindiğinde, ikinci dalga yığın halde, tsunami gibi ne varsa önüne katıp ortalığı istila ederek cilalı Hollywood ormanını tuzlu, hatta asitli sular altında bırakır.

 

1940’larda tiyatro oyunlarıyla başlayıp 50’lerde bir avuç sanatçının çabalarıyla başlayan Amerikan sinemasının evrimlerinden biri 1969 senesinde çıkan Midnight Cowboy filmiyle tamamlanır. 1970’ler boyunca yaratıcılıkları ve duyguları üst düzey yönetmenler, üstün yetenekli oyuncular, sürprizlerle dolu müzisyenler işbirliği yaparak, birbirleriyle teması hiç kesmeden koca endüstrinin akıntı yönünü değiştirirler. Birbiri ardına, hiç nefes aldırmadan başyapıt filmler gelmeye başlar fakat Amerikan sineması altın çağını yaşadığı 70’lerdeki gibi bir seviyeyi bir daha asla yakalayamaz.

Yeni dalga: Tene temas eden etki

Nedir peki bu virajı dönünce karşımıza çıkan manzara? En belirgin ve ayırıcı özellik yukarıda ilk örneklerini saydığımız bu filmlerin artık salondan çıkıp sokağa inmesidir. Artık kusursuz, kaybetmeyen, yakışıklı büyük adamlar tam tersine kusurlu, sürekli kaybeden, yıkılmış, değersizleş(tiril)miş, yalnız, çirkin, küçük adamlara dönüşmüştür. Hiçbir kahramanlıkları, başarıları yoktur. Ezilirler, dövülürler, dışlanırlar. Artık filmler bu adamların hikayeleriyle ilgilidir. Yukarıdan bakınca bu yeni gelen adamların sevilecek hiçbir özellikleri yoktur ama onları canlandıran oyuncular o kadar dürüst, o kadar ciğerden yaparlar ki işlerini, yönetmenler o kadar sade, süssüz, duygu dozu o kadar mükemmel ayarlanmış şekilde çekerler ki etkilenmemek, o insanlarla özdeşleşmemek ve sonunda o inanları tanıdığımızı fark etmemek mümkün değildir. Bize o filmleri, o insanları sevdiren işte bu tene temas eden etkidir. Bu filmlerin mahrem yerlerimize dokunmalarına izin veririz.

Kimsenin duymadığı ilk filminden sonra bir başyapıt olan The Graduate (1967) filmiyle kariyerinin ikinci filminde başrol olarak yeteneğiyle herkesi çok şaşırtır gencecik Dustin Hoffman. Büyük oynamak için hiç zaman kaybetmeyeceği bir yeteneği vardır çünkü, hemen keşfedilir. Araya küçük çaplı bir İtalyan komedisi sıkıştırır ve Midnight Cowboy’la ölümsüz olur. Sinema tarihinde bu filmdeki kadar küçük bir adamı çok az görürüz. Çok az insanın gördüğü/duyduğu küçücük bir film olan Panic in the Needle Park (1971) filminde ölmek üzere olan bir eroinmanı oynayan Al Pacino’nun bir sonraki (üçüncü) filmi The Godfather (1972)’dır. Kimse duymamış ama F. F. Coppola ıskalamamıştır (Şüphesiz ki The Godfather küçük adam filmi değildir).

Abilerin abisi Marlon da gençlere eşlik eder çünkü hala oyundadır. Her ne kadar James Caan ve Robert Duvall gibi zibidiler hocalarıyla maytap geçmeye çalışsalar da Brando ikisini de sağ cebinden mezun etmiştir (Bir başka hocaların hocası için tekrar bkz. John Cassavetes). Öğrenci işi sayılabilecek birkaç filmden sonra Mean Streets (1973) filmiyle Robert De Niro büyük oyuncu, Martin Scorsese büyük yönetmen olur. İkisini kimse durduramaz, üç sene sonra Taxi Driver’ı çekerler. Easy Rider (1969)’da, o dönemler takıldığı gibi, bir hippiyi canlandıran, gencecikken bile kel ve göbekli Jack Nicholson’ı One Flew Over The Cuckoo’s Nest (1975) filminde izleyip de gönül teli titremeyen kim var? Hepsi de kısa, tipsiz, yamuk yumuk adamlar. Hele Woody Allen dostumuz (unutur muyum hiç) en tipsiz olduğu yetmiyormuş gibi içlerinde en eziği de, resmen çıta düşürüyor. Bu babaların yeteneklerini, seyirciyi ikna ediş güçlerini, insanda bıraktıkları etkiyi tartışmak biraz zordur. Amerikan Amerikan olalı bu kadar ruhi ve enerjik filmler yapmadı, yapamayacak.

Amerikan sineması kendini tüketecek mi?

Amerikan sinemasının tarihte İtalyan Yeni Gerçekçiliği, Fransız Yeni Dalgası, İskandinav Naturalizmi ve Sovyetler’in açık ve net devrim propagandası dönemi gibi kendine özgü yarattığı bir akımı yok. Amerikan abiler yalnızca ekonomik değil aynı zamanda kültürel emperyalist de oldukları için bütün bu akımları alıp memleketlerinin filmlerinde hunharca uygulamış, bu yüzden tarihin hiçbir anında özgün olamamıştır. Bu yüzden Amerikan sineması biraz da mühendisliktir. Bu yüzden zamanda günümüze geldikçe soğumuş, tortulanmış, tıkanmıştır. Bu yüzden aşırı parayla, çok starlı, aptal eden görsel şov sistemi ile ilerlemeye çalışır. Bu yüzden ithal yönetmenlerle, ithal oyuncularla ayakta durmaya çalışır. Amerikan sineması bir süre daha ayakta duracak ve sonra yeni bir evrim geçirmezse, yeni anlatımlara yönelmezse kendi kendini tüketecek.

Bonus mini liste: Sessiz sinemadan sesli sinemaya geçilmesi yüzünden kariyeri bir anda sıfırlanan, zamanının dev yıldız kadın oyuncusunun hikayesini anlatan muhteşem Sunset Boulevard (1950), Nobelli yazarımız Bob Dylan’ın Knockin’ on Heaven’s Door adlı eserini dünyanın ilk kez  duyduğu, Sam Peckinpah’ın efsane Pat Garret and the Billy the Kid (1973) ve tavsiye niyetine bahsedilen bütün filmlerin paltosundan çıktığı  Ladri di Biciclette (1948) filmlerini kaçırmamakta fayda vardır.

Adı geçen (ve geçmeyen) tüm filmler günde birer doz alınmalıdır. Filmleri seviyorsanız damardan almalısınız, kana karışan her şey bütün vücudu dolaşır, beyin, kalp ve Afrika dahil.

[*] Bkz. Berkay Akbudak: “Cassavetes’in İnsanları”, Yön Dergisi, Sayı 06.

*Bu yazı daha önce Yön Dergisi’nde yayımlanmıştır

What's your reaction?