Akademi Dünyasındaki 16 Yıldan Sonra Kör Kuyuya Döndüm
Akademide geçirdiğim yıllardan sonra şimdi bir barda çalışıyorum ve hocalık yaptığım zamanlardan daha çok şeyi garsonluk yaparken öğrendim.
2007 yılında Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nden etik çalışmaları ve film dallarında doktora derecesi almıştım. O gün diplomama gururla, sıkı sıkı yapışmıştım ve buruşmaması için aşırı itina gösteriyordum.
2009 yılında piyasaların çöküşünden etkilenenlerdendim. Modern Diller Birliği’nde dokuz ayrı iş görüşmem vardı. Akademik geleceği olan işlerden çok fazla olmasa da, eninde sonunda iş bulacaktım, şans benden yanaydı. Ekonomik kriz döneminde akademisyenlerin iş bulma çabalarıyla ilgilenen bir gazeteci, ortak bir arkadaşım aracılığıyla beni bulmuş ve röportaj yapmak istemişti. O günlerde piyasaların durumu ve kariyerlerde yaşanan çıkmaz okunan haberlerdi ve medya ilgi gösteriyordu.
Gazeteci röportaja “piyasanın bu döneminde iş arıyor olmak nasıl bir duygu?” sorusuyla başlamıştı. Ben de cevap olarak “gerçekten çok korkutucu, bazen sonumun garsonluk olacağından endişe ediyorum” demiştim. Röportaj yayınlandığında bu cevabım vurgulanarak 72 punto olarak manşete taşınmıştı.
İş arayışım devam ediyordu. Modern Diller Birliği’ndeki dokuz iş görüşmesinin hepsi olumsuzdu. Yıllar içinde iş bulmak için defalarca Modern Diller Konferansı’na katıldım. Akademik geleceği olan ancak tuhaf bir şekilde otel odalarında yapılan iş görüşmeleri yaptım. İş görüşmelerinde dikkat dağıtmamak ve ‘bir akademisyen adayına yakışır’ görünmek için dövmelerimi örten, tarzım olmayan sıkıcı kılıklara bürünmek zorunda kaldım. Defalarca, tanımadığım kişilerle uzun ve kendimi beğendirme çabasıyla iş görüşmeleri yaptım, kimileri beni özel hissettirdi, kimi iş ben almışım gibi hissettirdi bazıları ise aptal gibi hissetmememe neden oldu. İş görüşmesi yaptığım bazıları uzun, karışık ve süslü cümlelerle ne kadar bilgili olduklarını göstermeye çalıştılar. Akademi dünyası, gösterişe meraklı kişilerle doluydu. Tekrar tekrar başvurular yaptığım, sayısız görüşme yaptığım halde tek bir iş teklifi alamadım.
Nihayet sonunda bir post-doktora başlangıç pozisyonu teklif edildi. Teklif edilen işler hep geçici pozisyonlardı; her iki yılda bir başka şehre taşınmak, başka bir üniversitede çalışmak durumunda kaldım. Her iki yılda bir kendime baştan bir hayat kurmak zorunda kaldım; yeni caddeler, yeni arkadaşlar, yeni barlar, yeni ortamlar… Bu dönemde hayatımda devamlılığı olan tek şey köpeklerimdi.
Sonunda akademiye tepki duymaya başladım. Tepkimin sebebi kısmen sürekliliği olan bir iş bulamamam olsa da daha çok akademik dünya ile birlikte gelen elitist ve ukala akademisyenlerdi. Üstencilik akademinin ve akademisyenlerin ayrılamaz bir parçasıydı. Akademinin bir araya geldiği ortamlarda dişlerimi sıkarak Hegel ya da T.S. Eliot’dan başka bir şey konuşmayan insanları izliyordum. Tüm bu “akademik” bilmişliğe karşın ben sadece popüler dizilerden, maçlardan konuşmak istiyordum.
Günün birinde iş arkadaşımın karısı “Bu insanlara nasıl tahammül ediyorsun?” diye sordu. Kara kışın soğuğunda balkonda titreyerek sigara içiyorduk. Felsefe bölümünden iki adamın konuşmasını dinliyordum; Heidegger’in Varlık ve Zaman’ı üzerine ve yazın araştırma yapmak için gidecekleri Paris hakkında konuşuyorlardı. Paris’in ne mükemmel bir şehir olduğunu, Paris’ten sonra taşra kılıklı Birleşik Amerika’ya dönmenin ne kadar zor olacağından bahsediyorlardı. Kafam zonklamaya başladı; “evet haklısın hocam, hayat sizin için çok zor gerçekten…” Sonra İngilizce bölümünden bir başkası gösterişli bir yayında yayınlanan son çalışması hakkında konuşmaya daha doğrusu monoloğa başladı, kimse etkilenmiş görünmüyordu. Aslına bakarsan akademisyenler hiç kimseden, kendinden başka kimse etkilenmiyorlardı.
“Aman allahım, şu kitabı okudun mu? Bence rezalet. Bu kadın Deleuze’den hiçbir halt anlamıyor. Harvard nasıl olmuşta bu kadının kitabını basmış hayretler içindeyim!”
Bu insanlara nasıl tahammül ediyorsun diye soran arkadaşımın karısına döndüm, “… kurtar beni!” İçeri girdik, elinde bir bardak şarap vardı “al uyuştur kendini, belki acını yok etmeyecektir ama azaltacağı kesin” dedi. Gece boyunca sohbete ve gülmeye devam ettik.
O gece anladım ki her zaman akademi dışından arkadaşları daha fazla sevmiş ve her zaman tercih etmiştim. Kıdemli bir akademisyenle aynı masada oturacağıma barmenlerle laflamaktan keyif aldığımı, akademik sohbetlere dalacağıma sıradan insanlarla havadan sudan konuşmayı tercih ettiğimi ve beni mutlu edenin bu olduğunu gördüm. Bir anda benim için her şey kristal gibi netti. Karar vermiştim; akademisyen olacağıma garson olacaktım.
İşime dair tek sevdiğim şey öğretmekti ancak bu da değişiyordu. Eğitim verdiğim çocuklar öğrenciden çok müşteriye dönüşmeye başlamıştı. 2014’te verdiğim seks ve sinema dersinde yaşadıklarım beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Bundan sonra artık yetti dedim, çalışmayı bıraktım ve akademi dışındaki işlere başvurmaya başladım.
Kararımdan memnundum ancak akademi dışında herhangi bir bağlantım olmadan iş bulmam zor görünüyordu. Özgeçmişim çok uzundu, çok akademikti. İnsan kaynakları özgeçmişimi değerlendirmiyordu bile; özgeçmişimde yer alan doktora ünvanı işler için fazla geliyordu. Evde boş boş oturup hiçbir şey yapmıyordum, en büyük tutkum olan yazmayı bile bırakmıştım. Yavaş yavaş paniğe kapılıyordum ama işsizliğimin de yakında bir şekilde sona ereceğini hissediyordum.
Kahretsin! Hayatımla ilgili ne yapacaktım?
Yaşamımı sürdürmek için gelire ve belirli bir düzene ihtiyacım olduğunu biliyordum. Lisans öğrencisi olduğum zamanlarda Cambridge’de bir barda çalışmıştım ve çok sevmiştim. 21 yaşındaydım ve eğlenceliydi. Artık 38 yaşında olarak yeniden aynı yere döndüm, daha önce çalıştığım bu bara haftada bir gitmeye başladım, barın müdürünü tanıyordum. Bar çalışanlarını ve yemeklerini severdim.
Eskiden müdavimi olduğum bir bardı. Hepimizin hoşlandığı, müdavimi olduğu bir bar vardır. Bir gün bar çalışanlarından birine işsiz olduğumdan bahsettim. “Neden burada çalışmıyorsun, daha önce burada çalıştın sistemi biliyorsun hepimizi de tanıyorsun” dedi. Garsona baktım, iç geçirdim olabilir belki dedim. Bir yandan da düşünüyordum; doktora derecem vardı, Harvard, Yale, John Hopkins’de hocalık yapmıştım şimdi garson mu olacaktım yani? Bu düşüncelerim akademiden arkadaşların yorumlarıyla birlikte kafamı meşgul etmeye başladı. Akademiden ayrılmak isteyenler kurumsal dünyada istedikleri gibi iş bulamayacakları için ayrılmakta tereddüt ediyorlardı, bunu da görüyordum.
Ne? Garson mu olacaksın? Garson olmak için mi okudun bu kadar?
Garson mu olacaksın! Sen tanıdığım en iyi eğitimli kişisin nasıl olur?
Bir işe ihtiyacım vardı, bu hiç bir şey yapmamaktan iyiydi. Bu işi yapacaktım, garson olacaktım. Barın yöneticisini arayıp eleman arayıp aramadıklarını sordum. Barın sahibiyle bir iş görüşmesi yaptım, yaşımı gören bar sahibi “ooo, sen en yaşlı elemanımız olacaksın” dedi.
Böylece garsonluk yapmaya başladım, bir zamanlar dalga geçtiğim doktoralı -üstelik en yaşlı- garson olmuştum. Kariyerimin başında gazetelere manşet olan “sonunda garson olacağımdan endişe ediyorum” yorumum beni bir gölge gibi takip ediyordu.
İlk mesai günümden önceki gece yatağımda cenin pozisyonunda kıvrılıp, chihuahuama (Chihuahua ya da Çivava, dünyanın en küçük türlerinden biri olan köpek ırkı) sarılıp ağladım. Köpeğim tuzlu gözyaşlarımı yaladı durdu, ağlamamın umurunda olduğunu sanmıyorum sadece tuzu çok sevdiği için yaladığına eminim.
İki çalışan bana ilk haftamda boyunca eğitim verdiler; kullanılan bilgisayarları, sistemleri gösterdiler, içeceklerin yiyeceklerin olduğu yerleri gösterdiler. Bilgisayar ekranlarına baktım, dokundum yeni bir dokunmatik ekrandı, akademiden yabancısı değildim. Depoya inen dar merdiveni, buz almak için kovayla aşağıya inişimi, tuvalet kâğıtlarını ve sabunları, peçete ve çatal kaşıkların yerlerini hatırlıyordum. Diğer çalışanların artık otomatikleşmiş hareketlerine kıyasla ben berbat durumdaydım. Siparişleri hatırlamak en kötü olduğum işti; hangi sosu istemişti, burgeri nasıl istiyordu… Hiç birisini hatırlayamadığımdan cebinde bir sipariş adisyonu taşıyan tek garson bendim, diğerlerinin ihtiyacı yoktu her şeyi unutmadan hatırlıyorlardı, ben hatırlamıyordum.
O hafta boyunca barda ürkek ürkek dolaştım, bu işi berbat etmek istemiyordum. Ayaklarım ağrıyordu, ayaklarım fena halde ağrıyordu. O hafta bir gece işi berbat etim, her şeyi yanlış yaptım. “Ne istersiniz hanımefendi? Votka soda?” sonra gidip buzlu Jameson viski getirdim. Önüme gelen her şeyi kırdım, döktüm. Telaşla dolanırken kapılara çarptım, kolum kapı koluna takılıp burkuldu. Yeşil tabasco sosuna basıp kaydım, tüm restaurantın gözleri önünde rezil bir şekilde kayıp yere düştüm. Yerden kalkarken bir iş arkadaşım kolunu uzatıp yardım etmeye çalışmıştı. Barın Brezilyalı aşçısı bana ‘desajetada’ yani sakar demeye başladı. Tam bir desajetada olmama rağmen mekândaki herkes bana fazlasıyla destek oluyordu. İş arkadaşlarım sık sık kolumdan tutup, “süper iş çıkartıyorsun Rani” deyip beni cesaretlendiriyordu.
İzleyen hafta daha konforlu ayakkabılar edindim. Ayaklarım hala acıyordu ama eskisinden daha iyiydiler. Daha hızlandım, işleri doğru dürüst yapmaya başladım.
Çalışmaya başlayalı altı ay oldu. Birlikte çalıştığım insanları tanımaya başladım, hepsi çok zeki ve iyi insanlar. Bazıları bir yandan okuyor, biri orduda birkaç tane bekâr anne de var. Hepsi akademisyenlerin çoğundan çok daha eğlenceli, kıyaslamak bile abes çünkü zaten akademisyenlerin büyük çoğu oldukça sıkıcıdır.
En büyük fark, bu iş ortamında iş gibi değil de aile gibi hissediyor olmak. Müdavimler geliyor, barda oturup bizimle sohbet ediyor. Çoğu müşteriyi bir gülümsemeyle karşılıyorum, çoğunu kucaklayıp sohbet ediyorum. Müşterilerin çoğu iyi, onlarla konuşmaktan, sohbet edip şakalaşmaktan hoşlanıyorum. Tekrar gelmelerini sağlamak için elimden geleni severek yapıyorum, çünkü sonuçta burası havalı bir mekân. Ve kıyafetlerim sıkıcı olmak zorunda değil.
Bu mekânda çalışmaya başladığımdan beri dünyaya ve kendime dair pek çok yeni şey öğrendim. En önemli tespitim, garson olarak çalışmanın utanç verici bir düşüş olması algısının baştan aşağı salaklık olduğuydu. Garsonluk için gereğinden fazla iyi olduğumu, süper bir eğitimimin olduğunu ve garson olamayacak kadar akıllı olduğumu düşündüğüm aptallık günlerimden, işimden fazlasıyla keyif aldığım günlere gelmiştim. Gösterişli eğitim kurumlarında ders verdiğim günlerden daha fazla keyif aldığım günlere… Çalışma arkadaşlarımın hepsi akıllı ve ilginç tipler, oysa ben bir zamanlar ezik gibi onların yaptığı işleri küçümsemiştim. Doktora sahibi olduğum için herkesten daha üstün, daha akıllı daha özel olduğumu sanmıştım, tam bir aptalmışım.
Geriye dönüp baktığımda, akademinin üstenci ortamlarında bulunduğum günlerde gizliden gizliye aslında durumumdan gurur duyduğumu, en az onlar kadar elitist olduğumun farkına vardım. Merhaba hipokrasi, merhaba yalancılık. Kendi içimdeki elistislikle yüzleşmek bayağı utanç verici oldu. Her sorulduğunda yüzümde bir tebessümle Yale ya da Harvard’ı telaffuz ettiğim günleri hatırladıkça tüylerim diken diken oluyor. Ama buna rağmen kendimi çok hırpalamamayı deniyorum. Akademinin elistizmi ve başarma olgularını besleyen ortamlar olduğunu anlamakta gerekir. Açıkçası akademiyi eleştirseniz bile elitisliğe bağışıklığınız olmuyor, akademide beslenip büyütülen elitizm havası bir şekilde üstünüze siniyor.
Artık gururla garsonluk yaptığımı söylüyorum. Barda işe gelemeyenleri kollamak için bahşişlerin toplanacağı bir havuz oluşturduk. Rekabetçi akademi dünyasından farklı olarak, senin iyiliğini isteyen ve seninle rekabet etmeyen insanların olduğu bir ortamda dayanışma ruhuyla beraberce çalışıyoruz.
Şu anda belki mükemmel bir resim çiziyorum, oysa zor anların olduğu her şeyin dümdüz olduğu kötü günler, kötü geceler oldu elbette. Mesela maaşların arttırılması ya da bahşişlerin farklı dağıtılmasını tartıştığımız zamanlar. Bu konuda ne hissettiğimi bilmiyorum, anladığım kadarıyla iş arkadaşlarım da bu konularda ne hissettiklerinden emin değiller. Yine de hiç birimizin ne yapacağını bilmemesinden dolayı bir ortaklık hissedebiliyorum. Bazen insanlar berbat olabiliyorlar ve bazı diğer barlar benim çalıştığım yerden daha farklı. Bazı garsonların boktan işler yaptığını ve boktan paralar kazandığını biliyorum ve gerçekçi olalım bu işte öyle çok para yok. Ama kesin olan bir şey var, akademide yarı-zamanlı hocalık yaptığınızda da çok para kazanamıyorsunuz.
Geçenlerde akademiden ayrılıp garson olmayı düşünen bir sosyologla konuşuyordum ona üniversitedeki eğitim sisteminin çökmekte olduğunu söyledim. Benim şahsi tecrübelerimle ilgili söylediklerimle pek ilgilenmedi yerine neoliberalizmin eğitim sistemini nasıl çökerttiğini anlatmaya başladı. Suratına baktım ve kahkaha attım “Ne sebeple garson olursam olayım akıl sağlığım için çok iyi olduğu kesin” dedim. Ona, garsonluk yapmanın dünyaya dair çok şeyi öğrettiğini, hatta akademiden çok daha fazla şey öğrettiğini ise söyleyemedim.
Rani Neutill‘in Salon‘da yayımlanan makalesi Yonca Alemdar tarafından Rotka için çevirilmiştir.