Kamboçya’ya Bir Yol Var
Sabah saat yedi civarı Tayland’dan Kamboçya’ya karayolu ile geçmeyi hedefliyoruz. İlk durağımız Pattaya’dan dört saat süreceğini tahmin ettiğimiz Tayland’ın Trat bölgesi. Bol güneşli bir havada, sıkışık bir araçla fakat keyifli bir yolculuk sonucu Trat’a ulaşıyoruz. Oldukça küçük bir otobüs, dolmuş terminalinde iniyoruz ve burada sınıra doğru kalkacak dolmuşu beklemeye koyuluyoruz. Eğer gece gelmişseniz, terminal çevresinde sabahki otobüs saatine kadar kalabileceğiniz birkaç otel mevcut. Bir saat civarı bir bekleyiş sonrası gelen araca eşyalarımızı yerleştirip yola koyuluyoruz. Sınır bölgesine doğru yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuk var önümüzde. Yol boyunca iki kere askerler çevirip pasaport kontrolü yapıyor, on dört kişilik bir araçtayız, pek bir sorun olmasa gerek yola devam ediyoruz. Tahmin edilen sürede Tayland-Kamboçya sınırında araçtan iniyoruz. Yüz elli ila iki yüz metrelik bir yürüyüş sonrası Kamboçya topraklarına geçiyoruz. Bir anda etrafımızı bavulları ve her türlü eşyayı taşımayı kendilerine kazanç kapısı yapmış Kamboçyalı gençler çeviriyor. Bunlardan bir kısmı sınır geçişindeki vize işlemlerinde de belirli bir ücret karşılığı sürecin hızlanmasında yardımcı oluyorlar. Bu ücret tabii ki pazarlığa tabi. Kamboçya’nın para birimi Riel ve dört bin Riel bir Dolara denk geliyor. Ülke genelinde kullanımda olan para birimi Dolar, kendi paralarını bozukluk ve para üstü olarak kullanıyorlar. Neyse, bu arkadaşlardan birinin yol göstermesiyle çabucak hallediyoruz pasaport işlemlerini. Devletin belirlediği yirmi dolarlık bir ayakbastı parası karşılığında vize işlemlerimiz sonuçlanıyor ve Kamboçya yolumuzun ilk etabına başlıyoruz. İlk durağımız ülkenin güneyinde yer alan Sihanoukville şehri. Meşhur sayfiye bölgelerinden biri burası. Sınır bölgesindenyaklaşık dört, dört buçuk saatlik bir yolculuk sonrası ulaşılabiliyor. Otobüs seçeneği mevcut fakat biz iyi bir pazarlık sonrası özel bir araç temin ediyoruz.
Öğleden sonra üç civarı yola koyuluyoruz. Şoförümüz her hareketiyle bu işin ustası olduğunu belli eden neşeli bir tip. Orman yollarından geçmeye başlıyoruz, yol kenarı tabelaları dikkat fil çıkabilir ikazlarıyla dolu. Yağmur ormanları, ırmaklar, geçilen köprüler ve pirinç tarlaları eşliğinde yola devam ediyoruz. Bir süre sonra acıkan karnımızın sesini dinleyerek bu sorunu çözmek için sevgili şoförümüze danışıyoruz. Orman yolu üzerinde arada sırada yemek yediğini söylediği bir yerde aracı durduruyor. Tamamen ağaçtan bir baraka ve önündeki tahta masalardan ibaret bir yapı. Yaşlı bir kadın, orta yaşlarda bir adam ve servis işlerine yardımcı orta yaşlarda diğer bir kadın karşılıyor bizi. Birkaç müşteri ve bizim dışımızda mekan boş sayılabilir. Kenardaki büyük boy tencerelerden güzel kokular geliyor burnumuza. Şoförümüz yaşlı kadınla kısa bir konuşma yaptıktan sonra bize dönerek tencereleri işaret edip bizi o tarafa yönlendiriyor. Pilav ve biberli et sote var görünüşe bakılırsa. Oldukça aç olduğumuzdan ikinci tabakları da isteyecek kadar iştahla indiriyoruz mideye. Çok lezzetli olduğunu düşünüyor ve şoföre ne eti olduğunu soruyoruz. O da yaşlı kadından aldığı cevaptan sonra bize dönerek ‘ormanda hızlı koşan bir köpeğin etiymiş’ diyor. Birbirimize dönerek ‘bizim orada ona Tazı derler’ diyoruz yüzümüzde buruk bir gülümsemeyle. Ardından hesabı ödeyip kalkıyoruz, bakalım daha ne sürprizlerle karşılaşacağız diye geçiriyorum içimden.
Sınırdan geçtiğimiz ilk andan itibaren özellikle Tayland’a nazaran daha fakir bir coğrafyaya ayak bastığımız her halinden belli. Sanayisi fazla gelişmemiş olan ülke tarım, tekstil ve özellikle doksanların sonlarından itibaren tekrar canlandırmaya çalıştıkları turizm ile ayakta durmaya çalışıyor. 1975-79 yılları arası PolPot’un önderliğindeki Kızıl Kmer’lerin hüküm sürdüğü ve milyonlarca Kamboçyalının yaşanan katliamlar sonucu hayatını kaybettiği kara bir dönem yaşanmış ki çoğu Kamboçyalı doğal olarak bu dönemi hatırlamak bile istemiyor. 1991 yılında yapılan seçimler ve sonrası 98’de Pol Pot’un ölümünden beri ülke kendini ancak toparlamaya çalışıyor.
Orman yollarından çıkıp otobanın ikiye ayırdığı onlarca köyün arasından geçiyoruz. Ben şoförün yan koltuğunda oturuyorum, uykum olmasına rağmen yolu da kaçırmak istemediğimden gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum. Tam da bu bölgede oturduğum koltuğa ne isim verdikleri aklıma geliyor ve doğruluk payının oldukça yerinde olduğunu fark ediyorum. Köylerden karşılıklı olarak otobanı yararak geçen bisikletler, motosikletler ansızın fırlıyor. Hız kesmek yok adeta korna ile idare ediyor yolu usta şoförümüz. Ha evet, unutmadan şoförün yan koltuğuna ‘intihar koltuğu’ diyorlarmış. Haklılar.
Güneş iniyor, yoldaki yapılardan şehre yaklaştığımız belli olmaya başlıyor. Akşam sekiz gibi Sihanoukville’e giriyoruz merkeze yakın bir benzinlikte şoförümüzle vedalaşıp araçtan iniyoruz, kartını vermeyi ihmal etmiyor bize. Oradan hemen bir Tuk-tuk’a atlayıp merkeze doğru yola çıkıyoruz. Tayland ve bütün bu coğrafyaya has şehir içi ulaşım araçları Tuk-tuk ve Mopedler, şehir içi trafiği için çok mantıklı bir yöntem olduğunu söylemek isterim. Kısa bir süre sonra geceyi geçireceğimiz otelin önüne geliyoruz. ‘Zana House Guesthouse’, bahçe içinde tek katlı sıra sıra odalardan oluşan sade ve huzurlu görünen bir yer. Neredeyse Tayland Pattaya’dan bu yana on iki saattir yollarda olmamıza rağmen bir an önce odalara yerleşip şehri gezmek için dışarıya fırlamak motivasyonu yorgunluğu ikinci plana atmayı sağlıyor. Sabah erken kalkıp öğlen hareket edecek olan tekneye binerek nihai durağımız olan Koh Rong adasına geçeceğiz.
Şehir merkezindeki göbekte ‘Golden Lions’ dedikleri aslanlı bir anıt dikkat çekiyor. Hemen o civarda bulunan ve Türk arkadaşların sahibi olduğu Koh Rong Dive Center’a uğruyoruz. Aynı şekilde adada da mekanları var ve orada, bizim işleteceğimiz yerde de komşularımız olacaklar. Bir süre tanışma faslından sonra geceye adım atıyoruz. Sahile doğru inen yolda karşılıklı irili ufaklı oteller, hosteller, barlar bulunmakta. Genelde Avrupalıların özellikle Fransız, Alman ve Rusların sahibi olduğu işletmeler. 1863-1953 arası Fransa sömürgesi olarak kalmış Kamboçya. Sahile kadar iniyoruz. Uzun bir kumsal boyunca yan yana dizilmiş önlerinde kumlara yerleştirilmiş bamboo koltuklar bulunan barlar ve restoranlar karşılıyor bizi. Bir süre turlayıp ortalığı gözlemledikten sonra, merkeze doğru dönüyoruz. Otele yakın bir bölgede bir şeyler içip biraz canlı müzik dinleyip geceyi sonlandırmayı düşünüyoruz. Oturduğumuz mekan kalabalık ve çeşitli ülkelerden, ağırlıklı olarak da Avrupalı insanlarla dolu. Sahnede uzak doğulu fakat hangi ülkeden olduğunu tahmin edemediğim orta yaşlarda bir gitarist müzik yapmakta. Ne güzel çalıyor diye düşünürken abi Neil Young çalmaya başlıyor, ‘Heart of Gold’. O zaman gelsin bir bira daha. Bu arada mekanlarda bira bir ila bir yirmi beş dolar fiyatla satılmakta. Sabah erkenci olacağımızdan dolayı geceyi fazla uzatmadan otele doğru geçiyoruz. Yarın da bir bu kadar uzun bir gün olacak, dinlenmeliyiz.
Sabah uyanıp otelden çıkışımızı yaptıktan sonra kahvaltı faslını omletle hallediyoruz. Dive Center’a geçiyoruz, buradan limana günde iki kez servis kalkmakta. Koh Rong’a sabah on ve öğlen ikide olmak üzere iki sefer düzenleniyor. Biz saat ikideki tekneye binmek için birde kalkacak servise atlıyoruz. Bir buçuk civarı limandayız. Ahşap, iki katlı, yılların yorgunluğunu gizleyemeyen bir tekne karşılıyor bizi. İskeleden tekneye uzatılan bir kalas yardımıyla yolcular tekneye atlıyorlar, biz de atlıyoruz sıramız geldiğinde. İçeride çantaların ortada kümelendiği kenarlardaki sıralarda ve yerlerde bulabildiği yere oturmuş yolcularla birlikte kalkış saatini bekliyoruz. Hava açık, güneş yakıcı, deniz durgun gözükmekte. Koh Rong’a olan deniz yolculuğumuz iki, iki buçuk saat kadar sürecek.
Hareket ediyoruz ve bir süreliğine de olsa Sihanoukville ile vedalaşıyoruz. İlk gördüğüm görüntülerden biri kara ile yakındaki bir ada arasına yapılmış köprü oluyor. Sorduğumda, bir zenginin özel adasına yaptırdığı bağlantı yolu olduğunu öğreniyorum. Vay vay vay. Karadan uzaklaştıkça zaman zaman irili ufaklı adaların belirdiği ve seyir zevki fazla bir yolculuk olacağı anlaşılan bir süreç içinde buluyoruz kendimizi. Bazı ufak adalardaki Budist tapınakları rengarenk görüntüleriyle eşsiz bir manzara sunuyor. Yolcular keyifli, eğlenceli, adayı görecekleri ilk anın heyecanını içlerinde hissettikleri belli. Tabii benim için de geçerli bu his. Uzaktan Koh Rong’un görüneceği anı sabırsızlıkla bekliyorum.
İstanbul’dan Bora ile birlikte üç gün önce yola çıkıp ulaşmaya çalıştığımız ada görünüyor. İşte Koh Rong. İlk önce palmiye ağaçlarının olanca göze çarptığı yoğun bir bitki örtüsü karşılıyor ziyaretçileri. Biraz yaklaştıkça sahil kesiminde bitişik düzende dizilmiş ahşap yapılar belirmeye başlıyor. Az sonra iskeleye yanaştığımızda saat dört buçuk olmak üzere. Bu teknelerle birlikte adadaki işletmelerin her türlü günlük erzak ve malzeme siparişlerinin ulaşımı da sağlanıyor. Çantalarımızı alıp tekneden atlayarak iskeleye adım atıyoruz. Artık Koh Rong’dayız.