Yedi On Yıl Boyunca Zirvede Bir Koca Lokomotif: Jethro Tull İstanbul’daydı
Boğaç Gökmen
Bazı gruplar vardır ki ismi dünya rock tarihiyle birlikte anılır. Kendinden sonra gelen sayısız grup ve müzisyene ilham olan, birçok bakımdan referans noktası olan bu gruplar rock sahnesine şekil veren ve bu güzide müzik türünün nesiller boyu elden ele, kulaktan kulağa taşınmasının baş müsebbibi olmuşlardır. Bunların başında gelenler biri de kuşkusuz Jethro Tull’dır. Grubun kaptan köşkünde oturan, rock sahnesinin en bilinen figürlerinden Ian Anderson’un kişiliğiyle de özdeşleşen, sahne performansları ve kendine özgü müzikal kimliği ile rock tarihinin ta kendisidir de diyebiliriz Jethro Tull için.
Tabiatıyla böyle bir grubun konseri mevzubahis olduğunda da işin rengi değişir, o konseri kaçırmamak için tarih itinayla not edilir. Konser günü yaklaşmaya başladıkça da bireysel tarihimizde geçmişe gider grubun birçok anımızla özdeşleşen şarkıları zihnimizde döner durur.
İstanbul’da birkaç gündür zirve yapan lodoslu günlerin en çetinine hatta çevre bölgelere kar düşmeye başladığı bir zamana denk geldi Jethro Tull ile buluşma vakti. Kod Müzik organizasyonuyla gerçekleşecek konser için Volkswagen Arena’nın önüne geldiğimizde ise grubun uzun soluklu kariyerini yansıtacak şekilde çeşitli yaş gruplarından dinleyiciyi görmek mümkün. Bir kısmı giriş kuyruğunda yerini alırken kimi ağır rockçı abilerin de içinde bulunduğu kümeler ayak üstü laflayarak konser saatini bekliyor.
Konserden hemen önce ise neredeyse herkes yerlerini almışken bir uyarı anonsu yapılıyor. Anonsta Ian Anderson’un cep telefonlarıyla çekim yapılmamasına dair ricası duyuruluyor tüm salona.
Artık herkes hazırsa başlayabiliriz.
Grup üyeleri teker teker yerlerini alırken ilk albüm “This Was”ın da açılışını yapan “My Sunday Feeling” ile başlıyoruz. Bas gitarda David Goodier, tuşlularda John O’Hara, davulda Scott Hammond ve gitarda Jack Clark’tan sonra Ian Anderson’un da sahneye ayak basmasıyla alkışların şiddeti artıyor. Arka fondaki görsellerde eski konser biletleri ve dönemin Londra görüntüleri dönmeye başlarken 60’lı yılların ikinci yarısına doğru ışınlanıyoruz adeta. Ardından bir sonraki albüm Stand Up”tan “We Used to Know” başlıyor ki öncesinde Ian Anderson şarkının Hotel California ile bağlantılı mevzusuna değinmeden geçmiyor. Öyle ki zamanında Ian Anderson, “We Used to Know”daki akor dizisinin Eagles tarafından 1971 ya da 1972’de birlikte turneye çıktıklarında bilinçaltına işleyerek ‘Hotel California’ şarkısında kullanıldığını iddia etmişti. 2016 yılında verdiği bir röportajda ise bu akor ilerleyişinin muhtemelen daha önceki şarkılarda da kullanıldığını belirtmiş ve “Hotel California”yı “We Used to Know”dan çok daha iyi bir şarkı olarak nitelendirmişti.
Buradan grubun folk damarlarına geçiş yaparak “Heavy Horses” albümüne “Weathercock” ve albümün isim şarkısında alıyoruz soluğu. Bu kez fonda kırsal bölgeler, çiftlikler, tarım üretimine dair görüntüler, traktörler, çeşitli zirai iş makineleri beliyor. Doksanlardan bir Jethro esintisi olarak “Roots to Branches” çalıyor ardından. Son dönem albümlerinden de yerinde bir seçki var repertuvarda. 2023 tarihli şimdilik son albüm “RökFlöte”den “Wolf Unchained” ve “The Navigators” ondan bir önceki 2022’deki “The Zealot Gene” albümünden ise “Mine Is the Mountain” ile Hiroşima’ya atom bombasını atan Enola Gay isimli uçağın pilotu Paul Tibbets’in annesine göndermeli “Mrs Tibbets”, Jethro Tull’ın yeni dönem üretimlerini temsil ediyor.
Anderson’un bir Johann Sebastian Bach uyarlaması olan ve belki de yıllar içinde en meşhur Jetro Tull melodilerinden biri olan enstrümantal “Bourrée” ile ilk bölüm sona eriyor.
İkinci yarı “Crest of a Knave” albümünden, hani o 1989 Metallica’nın “…And Justice for All” albümüyle kapışıp 1989 Grammy’lerinde En İyi Hard Rock/Metal Performansı ödülünü alan albümden, “Farm on the Freeway” ile açılıyor. “Stormwatch” albümünden “Warm Sporran” ve “Dark Ages” da çağımızın bilhassa da son dönemde kendini iyiden iyiye gösteren çevresel kaygılarını ortaya koyuyor. Fonda dönen görseller ise tabiatıyla bu doğrultuda manzaralar içeriyor. Zaten genele baktığımızda çevreci ve emekten yana görseller kullanılıyor. Gerek tarımsal üretim gerekse sanayileşmeye ilişkin, liman işçilerine dair 60’lı yıllar görüntülerinin yer aldığı görseller yine o dönemlerin Londra’sından pazar yerleri ve sokak görüntüleriyle bir araya geliyor. Basçı David Goodier bazı şarkılarda geri vokallerde destek verirken tüm ekip zıpkın gibi bir işçilik çıkartıyor. 77 yaşındaki Ian Anderson’un da sahnedeki hareketliliği alkış alıyor. Aralarda şarkıların öykülerine değinmekten imtina etmiyor. Yerinde durmuyor, sahnenin her yanında gezinip seyirciye olabildiğince ulaşmaya çalışıyor. Flüt solo kısımlarında bir sağ köşede bir sol köşede beliriyor. Bu hususta da büyük ustaya saygılar, hürmetler sunuluyor. Dile kolay, Ian Anderson’un dediği gibi yedi on yılı deviren bir büyük grubu tüm bu zaman yolculuğu boyunca zirvede tutmak, üretmek, yönetmek, alkışlanacak dersler çıkartılacak bir koca örnek olarak karşımızda.
Ve tabii baştan beri beklenen anlara doğru yanaşıyoruz iskeleye. Aqualung’ın girişindeki ikonik gitar riffi salonda yankılanmaya başladığında konserin neredeyse tamamında fazla bir dalgalanma yaşamayan seyirci bu anları beklediğini fark ettiriyor. Fonda bir evsizin bakış açısından sokaklara, gelip geçen insanların adımlarına bakıyoruz. Şarkının akustik tınıları daha sert, elektrik gitar harcı yoğun bir kıvamda sunuluyor. Progresif rock, folk rock ve hard rock gibi geniş bir yelpazeye yayılan grubun müzikal rengi tüm konser boyunca dengeli bir lezzetler bütünü olarak sarmalıyor salonu dolduran müzikseverleri.
O zaman şimdi “Locomotive Breath” zamanı. O müthiş piyano melodisi ve yırtıcı gitar girişi ile tatlı bir blues temposu ardından şarkı rayına oturuyor. Lokomotifin yola çıkmasıyla birlikte Ian Anderson koşarak giriş yapıyor sahneye. Coşku tavan bu anlarda. Rock tarihinin en bilinen lokomotif şarkılarından biri ile salonda da hareketlilik iyice artıyor. Flüt sololarda tüm sahneyi arşınlıyor Anderson. Fonda akıp giden hızını almış, raylarda süzülen çeşitli tren görüntüleri zamanın ve hatta yaşamın da nasıl akıp gittiğini anımsatıyor âdeta.
Ancak bu zamanın doğal akıp gidişine karşın Ian Anderson’un enerjisi, coşkusu ve tabii ki her daim hissettirdiği tutku yoğunluğu tüm konser boyunca sahneden salona yayılıyor. Konserin sonuyla birlikte üstat Ian Anderson önderliğinde seyirciyle vedalaşan grup elemanları sıkı bir işçilik ortaya koymanın karşılığını yoğun alkış temposuyla alıyorlar. Bize de dönüş yolunda mırıldanacağımız birkaç Jethro Tull parçası ile konserden zihnimizde arda kalan anları gözden geçirmek kalıyor.
Fotoğraflar: Arda Aytan ( @ardaaytan )