Esra Kahraman’dan Unutamamanın Romanı: Segâh Makamı
Bir sabah uyandık ve her şey değişmişti…
Yaşayanlar için derin ve acı dolu izler, hayal meyal hatırlayanlar için kaybolan çocukluk ve hep bir “yarım olma” hissi, anıları dinleyenler, okuyanlar içinse bir devrim düşünün kırık kanadının hapishanesi … 12 Eylül 1980…
Bazı ülkelerin kaderidir, birkaç on yılda ya da daha yakın aralıklarla bir neslin heba edilişine tanıklıktır tarihi. O güzel insanlar o güzel atlara binip giderler… Geride unutmamak kalır.
Segâh Makamı unutmamanın romanı. 12 Eylül’ün yok ettiği hayatların ve duyguların ve de umudun romanı… Esra Kahraman’la romanını konuştuk.
Buzdan Kanatlar isimli deneme kitabınızın ardından, Segah Makamı’yla okurlarla buluştunuz. Böylesi bir kitabı yazma serüveni nasıl başladı, nasıl yaşandı?
Sanıyorum yoğun kopuşların olduğu dönemde, geçmişteki dostlukları, mücadeleyi daha sık anımsar oldum. Kırgınlık ötesinde daha çok şaşkınlık yaşıyordum. Bu durum itici etkenlerden biriydi… Eduardo Galeano’nun ‘on yedi yaşımda bana romantik diyenlere kızıyordum. Şimdi düşünüyorum da başkaları için ölümün üzerine korkusuzca gidebilen insanları romantik diye adlandırmak ne kadar doğruymuş’ mealindeki sözü ise bu tarz bir kurguyu yapmama neden oldu. Yüz binlerce isimsiz kahramandan birkaçının salt mücadelelerine değil duygularına da tercüman olmak istedim.
Segah Makamı’nda 70’li yılları, o dönemde yürütülen mücadeleyi, döneme damga vuran olayları, katliamları, insan öykülerini içerden bir dille anlatıyorsunuz. Bugün yaşadıklarımızla karşılaştırma yapmanızı istesek ne tür benzerlikler ve farklılıklar görüyorsunuz?
O dönemde müthiş bir devrimci dayanışma, her anlamda ciddi bir güven duygusu vardı. 12 Eylül öncesindeki sıkıyönetim uygulamaları, katliamlar, sivil-resmi güçlerin saldırılarına karşın devrimciler asla yılmadılar, geri çekilmediler. Bu yüzden de ‘faşizmin eli kulağında’ olmasını umursamıyorduk. Nasılsa başa çıkabiliriz diye düşünüyorduk belki de! Ne yazık ki, yaratılan korku imparatorluğu yığınların geri çekilmesine neden olunca devrimcilerle faşistler baş başa kaldılar.
Bugüne gelince yaşananlar 12 Eylül’den farksız. Düşünce özgürlüğü, yaşam hakkı yok. Yargısız infazlar, kendinden olmayana karşı topyekûn saldırılar, tehditler, suikastlar, katliamlar tüm hızıyla sürüyor. Ülkenin doğusunda sivil halka uygulanan zulüm akıl alacak cinsten değil. Tam anlamıyla bıçak kemiğe dayanmış durumda ancak ‘müzakere’, ‘uzlaşma’, ‘barış’ sözcükleri geniş anlamda telaffuz edilemiyor. Suruç ve Ankara katliamları ifade özgürlüğüne karşı yapılmış saldırılardır; korku ve yılgınlık yaratarak sokağı zapturapt altına almak hedeflenmiştir. En küçük bir protesto gösterisine bile tahammülleri yok, derhal müdahale edilip dağıtılıyor. Her şeye rağmen, haksızlığa ve zulme karşısı hala sokaklara dökülen, bulundukları alanlarda ‘hapisliği’ göze alarak düşüncelerini korkusuzca dile getiren insanların olması umut verici. Ancak daha önce de dediğim gibi derli toplu bir dayanışma yok. Daha fazla tükenmeden sistemin yarattığı karmaşanın bir an önce düzeltilmesine yönelik her kesimden onurlu ve vicdanlı insanların bir araya gelmesi şart. Bu anlamda Haziran tek umut ışığı gibi görünüyor.
Segah Makamı politik bir dönem kitabı olmasının yanı sıra biraz da İstanbul kitabı. O dönemin mahalle yaşantısı, insan ve komşuluk ilişkilerini de aktarıyorsunuz. Bu yanıyla da bugünle bir karşılaştırma yapmanızı istesek; İstanbul neler kaybetti, biz neler kaybettik bu geçen yıllar içinde?
Kaybedilen değerler saymakla bitmez! Geçmişte mahalle kültürü diye bir şey vardı. Sokaklar çocuklar için oyun, paylaşım, öğrenme mekanlarıydı. Aileler de ortaklaşa bir yaşam sürerlerdi… Oysa şimdi komşuluk diye bir şey yok, siteler ve gökdelenler içine hapsolmuş insan toplulukları var yalnızca. Tabii teknolojinin etkisi de yadsınamaz. Artık büyükler ve çocuklar sosyal ihtiyaçlarını ekranların karşısında sanal alemlerde karşılıyorlar. Geneli kapsamasa da çoğu genç artık kitap yerine sosyal medyadaki başlıkları okuyor. Başkalarının düşüncelerini kopyalayıp yapıştırmak, fikir sahibi olmadan caka satmak gibi sakıncalı bir yeni akım oluştu… Yani sosyal yaşamla birlikte düşünsel anlamda da geri sarıyoruz.
Segah Makamı’nda zorlu bir dönem anlatılmasına, 80 darbesinin karanlığı işlenmesine rağmen umutlu olma hali de korunuyor. Bu durum “yenilgi, yılgınlık romanları”na bir karşı duruş mu?
Karşı duruş diye düşünmedim aslında… Darbe döneminde de sonraki yıllarda da toparlanma ümitleri vardı, gerçekleşti de. Üzerine ölü toprağı serpildiğini düşündüğümüz kitlelerin Gezi sürecinde sergiledikleri direnişi ise umutların yeşillenmesine işaret etti. Velhasıl, umut bitiğinde gerçek ihtiyarlık ve yenilgi başlar, bu nedenle hep taze tutulması gerektiğine yürekten inanıyorum.
Son olarak Segah Makamı’nın kahramanları Lale, Cemil ve diğerlerinden yola çıkarak aşk ve devrim umuduna dair neler söyleyebilirsiniz?
İki kişilik aşkların yanı sıra daha yüce sevdalar da vardır. Devrimciler için yaşanası bir dünya tutkusu diğer sevdalardan daha ağır bastığından, hayata umutla sarılırlar, cesaretleri ve direnmeleri bu sevdaya dairdir…