Kapatın Ofisleri Kahveci Açıyoruz
Petrolden sonra, ticaret hacmi en yüksek olan ikinci ürün kahve derlerdi, çok da üstünde durmazdım eskiden. Ne zaman ki mahallede ne kadar esnaf varsa, birer birer dükkanlarını kapatıp kahveci açmaya başladı, o zaman anladım işte kahvenin gücünü. Bakkal, manav, berber… İki haftada, kırk yıllık barista oldular. İki ay önce roka yerine yanlışlıkla ıspanak veren manav, bugün “Cortadoyu seramik bardağa koyamam kusura bakma” diyor bana. “E ben senin yüzünden balığın yanında ıspanak yedim ama” diyemiyorsun, “Hayırlı olsun, nasıl gidiyor işler” diyorsun, “Süper ya, gel bi shot at” cevabı alıp devam ediyorsun yoluna.
Yeni açılan kahvecileri saya saya ilerliyorsun caddede. Birinde arkadaşlarınla buluşuyorsun. Masalarda yer olmadığı için, masif ahşaptan yapılmış bara oturan arkadaşlarının yanına ilişiyorsun. Bir yandan sohbet ediyor, bir yandan da etkileyici hareketlerle kahve yapan baristayı kesiyorsun. Şu baristanın MSA’dan aldığı bir haftalık eğitimle ve Google’dan okuduğu kahve tarihi bilgileri ile, müşterisine yaptığı “Canım ben baristayım, bu işin eğitimini aldım, kahve yapmak benim hayatım, sen ne anlarsın ki mokadan, ki moka ismini Yemen’in Moka Limanı’ndan alır, çünkü kahve bir zamanlar Yemen’den gelirmiş, ha ha ha, bu arada tadını beğenmemen de normal, çünkü gelişmiş bir damak zevkin yok” şeklinde yaptığı artistliği, yarınki toplantıda müşterime, “canım ben bu okulda okudum, öbür okulda master yaptım, şu şu şu programları sular seller gibi, şunları şunları şunları da orta derecede biliyorum, şu ofislerde çalıştım, bu kadar proje bitirdim, kitap okumak, kısa film çekmek, sergi gezmek, tenis oynamak gibi hobilerim var, yabancı dilimden bahsetmiyorum bile çünkü yarım dönem erasmusla Fransa’nın bir köyünde okudum, ki Erasmus programı ismini ünlü edebiyatçı Erasmus’dan alır” şeklinde yapsam diye hayal ediyorsun bir an. Sonrasını düşününce, aklın çıkıyor.
Tekrar muhabbete döneyim diyorsun. Dört mimar arkadaşından üçü kahveci açmak istediklerinden bahsediyorlar. Hepsi de maaşlarının azlığından, çok çalıştıklarından, patronlarının kölelik sistemini geri getirmek gibi bir fantezilerinin olduğundan, sigortalarının asgariden yatmasından, sadece pazar günü tatil yapabildiklerinden, müşterilerin ödemeleri geç yapmasından dolayı maaşlarını geç aldıklarından şikayet ediyorlar. Ve bu dertlerden kurtulmanın en kolay yolunun da kahveci açmak olduğunu söylüyorlar. Arkadaşlarının sektörel serzenişleri sonuç veriyor ve ne zamandır senin de kafanda olan “Başlarım mimarlığına, tasarımına, açacağım bir kahveci, al sana moka, al sana latte, akşam da siyah otomatik kepengimi kapatır evime giderim” düşünceleri beynini ele geçiriyor. Tam muhabbete ayak uydurup, “Abi şimdi günde şu kadar kahve, şu kadar cheesecake satsa, şu kadarı kar kalsa” diye hesaplar yapmaya başlıyorsun arkadaşlarınla, “Benim mimar bir arkadaşım açtı Cihangir’de, ayda şu kadar net karı var” diyor içlerinden biri, aklın çıkıyor yine. İç mimarlıkla, mobilyayla, menteşe detayıyla, su yalıtım malzemesinin içindeki zararlı gazlarla ne yapıyorum ya ben diye deliriyorsun yine içten içe. Biri araya girip, “Biletlerimizi alalım da, sonraki ay kahve festivali var, ona gidelim” diyor. Hayatım boyunca bir ay öncesinden yurt dışı tatili planı bile yapmamış olan ben, bir ay sonrasında düzenlenecek kahve festivaline gitmek için program yapıyorum.
Duvarların tuğla ya da beton görünümlü olması önemli. Menünüz kara tahtada yazmalı. Şişhaneden emt boru, endüstriyel aydınlatma, akkor ampul ne bulduysanız alın. Masif ahşap barınızın arkasında duracak baristanız da hipster kültürüne aşikar ise işin yarısını hallettiniz demektir.
Bir ay geçiyor, gerçekten de gidiyoruz aynı ekip kahve festivaline. Bu seneki, Haydarpaşa Gar’ında düzenlendiği için daha da mutlu ve heyecanlı herkes. Bir yandan Haydarpaşa’yı ve vagonları geziyorsun, bir yandan da “Hmmm, şunların Teşvikiye’de bak yerleri, en kısa zamanda gidelim birlikte, ama iced mocha içeceksen şuraya gideceksin” muhabbetleri eşliğinde kahve tadımı yapıyorsun. O arada, bir anons yapılıyor. 4 günlük etkinlik için toplamda 40.000 adet bilet satıldığı açıklanıyor. Elinde latten, kalıyorsun, “Yok canım kırk bin değildir, anons bir daha yapılsa da dinlesem iyice.” diyorsun, anons bir daha yapılıyor, aklın yine çıkıyor. “Koskoca bienal, 90 gün sürüyor, bedava olmasına rağmen 80.000, 90.000 kişi ziyaret ediyor, buraya 4 günde gelen sırf biletli ziyaretçi sayısı nasıl 40.000 olur Allah’ım” diye tasarım, mimarlık, sanat camiası adına iyiden iyiye dertleniyorsun.
Bisiklet şart. Fixie olursa şahane olur. İster dükkanın önüne koyun, ister tavana asın. Bisikletsiz bir üçüncü dalga kahveci hep eksik kalır.
Stantlar arasında gezmeye devam ediyorsun. Bütün mimarlar, iç mimarlar burada. Mezunlar günü tadında bir festival. Uzun zamandır görmediğin tasarımcı arkadaşlarınla muhabbet etmeye başlıyorsun. Herkes kahve konusunda oldukça bilgi sahibi olmuş görüşmeyeli, “Amerikan Bağımsızlık Savaşı çay ihracatını engelleyen kahve lobisi yüzünden, çay tedarikçileri tarafından başlatılmış, İngiltere, Fransa, Almanya gibi sömürgeci ülkeler arasında, Dünya Savaşları’ndan önce yaşanan savaşların bir çoğunun asıl sebebi, kahve ticaretiymiş, zaten kahve sektöründe kullanılan bütün makinalar bu savaşlar yüzünden bulunmuş, Amerika Vietnam’a savaş boyunca agent orange gazı atıp, orman ve tarım alanlarının %50’sini yok etmiş, savaştan sonra da hepsini kahve tarlası yapmış, Vietnam şu an kahve ticaretinde Dünya ikincisiymiş.” benzeri, gelmeden önce Google’dan okunmuş bolca bilgi içeren bir sohbet. Sen de hatırladıkça araya girip anlatıyorsun kahve hakkında bütün bildiklerini. Biri “Sizin showroomu da kahveci yapsanıza” diyor arada. Üç kişiden birinden bunu duyduğun için, “Olabilir, evet” falan diyerek geçiştiriyorsun.
Kahvecin olacaksa sosyal medyayı da her zamankinden çok daha etkin kullanmalısın. Paraya kıyıp fenomenleri kahvecine çağırıp, şu tarz fotoğrafları İnstagram’a koymalarını sağlarsan bu iş tamamdır.
Ama geçiştirilecek gibi de değil. Son zamanların en çok konuşulan konusu olması sebebiyle, “Kahveci mi açsak acaba?” diye düşünerek festival alanında dolaşmaya devam ediyorsun. Birkaç ay önce, iş nedeniyle tanıştığın bir kahve zinciri sahibini (3.dalga olanlardan) görüyorsun. Sana “Açık konuşabilirim, biz şu an bir şubemizin tasarım, uygulama çizimi ve şantiye takibi işlerini, 2.500 dolara yaptırıyoruz” diyen adam. O muhabbeti hatırlayıp hemen yanında duran stanttan sert bir kahve alıp içiyorsun. Yöresel. Colombian Supremo. Zihnin açılıyor, iyice sinirlenip “Ya bu kadar işi 2.500 dolara yapan tasarım ofisi varsa, biz de kapatalım showroomu, verelim parasını kahveci yaptıralım, sen bu kadar işi bu kadarcık paraya yaparsan, ofisinde çalışan mimarın, tasarımcının sigortasını asgariden yapıp arayı kapatmaya da çalışırsın, az kişi çalıştırmak için hafta sonu da mesai yaptırırsın, onlar da bütün gün Autocad başında kahveci açma hayali kurarlar” diye söylene söylene bienaldekinin 45 katı uzunluğundaki tuvalet sırasına giriyorsun…
(Cemal Çobanoğlu’nun yazısı Arkitera‘dan alınmıştır)