19
Views

1980’ler sinemanın en iyi yılları değildi. Birçok klasik ortaya çıktı ama 60’lar, 70’ler ve 90’ların güçlü gölgesi hep üzerinde oldu. 1960’lar ve 1970’ler Yeni Hollywood akımı, Fransız Yeni Dalgası, İngiliz Yeni Dalgası, Çek Yeni Dalgası ve Yeni Alman Sineması gibi akımların ortaya çıkışına tanıklık ederken 1980’ler gişe rekorları kıran ve gişede başarı yakalayan filmlerin hakimiyeti altındaydı.

Sinema, 1977’de Star Wars ve1980’de The Empire Strikes Back‘in büyük başarısının ardından devasa seriler yaratma potansiyelinin de farkına varılmasıyla her zamankinden daha ticarileşti. Bu yeni sinematik ortamda beğeni toplayan ama The Goonies ve Top Gun gibi çok daha popüler filmlerin gölgesinde kalab birçok bağımsız film vardı.

80’lerde şans bulmaya başlayan kadın yönetmen sayısı hala sınırlıydı. Birkaç kadın yönetmen Bette Gordon’un cinselliğe, güce ve kimliğe dair cesur feminist bakış açısına sahip Variety gibi, hak ettikleri değeri asla göremeyen, ilham verici düşük bütçeli filmler yapmak için kameralarını kullandı.

1980’lerin kesinlikle zamanınıza değecek, gözden kaçmış beş filmini aşağıda görebilirsiniz.

‘Wish You Were Here’ (David Leland, 1987)

David Leland’ın yönettiği 1987 yapımı Wish You Were Here, olması gerektiği kadar tanınmış değil. Emily Lloyd’un 16 yaşındaki Lynda’yı canlandırdığı bu İngiliz filmi, 1950’ler İngiltere’sinde büyümeyi konu alan, genç kahramanın başkaları tarafından nasıl algılandığını umursamadığı fantastik bir komedi-drama harikası. Çapkın ve küstah ve onu sevmemek elde değil. Genç kadınlığa adım atmanın zorluklarını anlatan iç ısıtan bir hikâyesi var; ama Lynda yapabileceğiniz en iyi şeyin kendinize karşı dürüst kalmak olduğunu kanıtlıyor.

‘Variety’ (Bette Gordon, 1983)

New York, bir filmde yer aldığında neredeyse her zaman bir karaktere dönüşür. O kadar tanınabilir ve o kadar kapsayıcı bir şehir ki, ekrandan adeta fışkırıyor; sanki sıcakta çürüyen sosisli sandviçlerin ve çöp torbalarının kokusunu alabiliyorsunuz. Variety az bilinen bir New York filmi. Senaryosunu Kathy Acker’ın kaleme aldığı, biraz yıkıcı bir şeyler sevenler için ideal. Sandy McLeod’un canlandırdığı Christine karakterinin erotik filmler gösteren bir sinemada iş bulmasını ve kısa süre sonra potansiyel olarak suçlu olabilecek bir adama ilgi duymasını izliyoruz. Cinsel uyanış ve kimlik üzerine bir hikâyesi olan filmde, genç Luis Guzmán ve ikonik fotoğrafçı Nan Goldin’in küçük bir rolü de var ve lo-fi estetiğiyle New York’a açılan cesur bir pencerenin gerçekçi bir anlık görüntüsü gibi hissettiriyor. Hatta Lounge Lizards’dan John Lurie’nin bestelediği, kadın film yapımcılarının çok az olduğu bir dönemde ortaya çıkan Bette Gordon’un bağımsız filminin mükemmel bir eşlikçisi olan biraz pespaye bir film müziği bile var.

‘The Unbelievable Truth’ (Hal Hartley, 1989)

Merhum Adrienne Shelly, Waitress filminin vizyona girmesinden kısa bir süre önce vefat etti ve çalışmalarının getirdiği başarıyı bir türlü göremedi. Film daha sonra gişe rekorları kıran bir Broadway müzikaline uyarlandı. Ama yönetmen olmadan önce Hal Hartley’nin yönettiği ve aktörün bağımsız yapımlarda yıldızlığa yükselmesini sağlayan, az bilinen 1989 yapımı The Unbelievable Truth filminde oyunculuk çıkışını yapmıştı. O zamandan beri birçok 80’ler filmiyle birlikte film de unutulup gitti, ama hapisten yeni çıkmış bir adama aşık olan genç bir kadının hikayesini anlatan bu büyüleyici komedi-dramayı izlemekte fayda var.

‘The Appointment’ (Lindsey C Vickers, 1980)

İngiliz korku filmi tutkunu değilseniz uzun yıllar kayıp olan The Appointment‘ı duymamış olabilirsiniz. Başrolünde The Wicker Man‘den Edward Woodward’ın oynadığı film çok güçlü gerilim yaratan yapımlardan bazıları üzerine kurulu sıra dışı bir mücevher. Etrafta hayaletler, hortlaklar veya hatta insan katilleri yok ama izledikten uzun süre sonra bile aklınızdan çıkmayacak halüsinasyon dolu bir izleme deneyimi yaratıyor. Lindsey C Vickers’ın yönettiği film televizyonda yayınlandı ama yönetmen ne yazık ki elektrik kesintisi nedeniyle yayını kaçırdı. Film on yollar sonra ortaya çıkarıldı ve şimdi, köpeklere ve arabalara dikkat etmeniz gereken gizemli ama son derece etkileyici bir korku sineması örneği olarak ayakta duruyor.

‘Born in Flames’ (Lizzie Borden, 1983)

Cesur ve devrimci Born in Flames, Lizzie Borden’ın dünyanın gidişatından memnun olmayan, öfkeli kadınlara bir çağrısı niteliğinde. 1983 yılında vizyona giren film çeşitli feminist grupların gelişmesine olanak tanıyan barışçıl bir ayaklanmanın ardından gelecekteki bir zamanda geçiyor. Toplumdaki kökleri nedeniyle cinsiyetçiliğin varlığını sürdürmesi yüzünden hâlâ mücadeleler yaşanıyor. Distopya ve bilimkurguyu feminist film yapımcılığı ve yarı belgesel türüyle harmanlayan, karmaşık ama güzel bir tür karışımı olan film, aynı zamanda zorlu konuları ele almaktan da çekinmiyor ve tacizden polis vahşetine kadar farklı ırk ve cinsel yönelimlerden kadınları etkileyen birçok konuya kesişimsel bir bakış açısı sunuyor. Born in Flames kadın özgürlüğünün daha büyük yararı için kadınları birleştirmeyi hedeflese de sinemaya yönelik radikal yaklaşımı, onu olması gerektiği kadar geniş bir izleyici kitlesine ulaşamamış, oldukça niş bir film haline getirdi.

Makale Etiketleri:
· ·
Makale Kategorileri:
FİLM/DİZİ · MANŞET