96
Views

Boğaç Gökmen

Hepimizi kişisel tarihimizde öyle ama böyle geçmişe ışınlayan unsurlar vardır. Renkler, kokular, hele ki fotoğraflar ancak en etkileyicisi de müziktir diye düşünüyorum. Çünkü bulunduğumuz herhangi bir yerde kulağımıza çalınan bir şarkı bizi adeta kara deliklerden geçirir hem de saniyeler içerisinde. Interstellar filmindeki o meşhur sahnedeki gibi kitaplıktaki kitapların arasından o şarkıyı dinlediğimiz ilk ana bakarken buluruz kendimizi. Bunlar evrende savrulup duran melodiler topluluğudur. Samimi ve masumca yaklaşıp ruh halimizi içten içe ele geçirme eğilimindedirler.

Bir bakmışsın yıllar su gibi akıp geçmiş yirmili yaşların başına 93 yılına ışınlanmışsın. Altı üstü bir gitar riffi, bir piyano melodisi bir şarkıcının kimseye benzemeyen ses tonu ve vurguları alıp seni duvara vurmuş oradan alıp halıya sermiş yani şöyle sıkı bir silkelemiştir.

Uzun seneler gönül birliği yaptığın bu melodiler ve onların yaratıcısı isimler artık iliklerine işlemişçesine bir parçan olmuştur. Müziğin etkisi zaman, mekân tanımadan seni uzak diyarlara doğru yolculuğa çıkartacak kudrete sahiptir.

Birçok müzik grubu saymak mümkün elbette ancak söz konusu, konser tarihi açıklandığından bu yana üzerine çok konuşulan Guns N’ Roses boyutlarında bir grup olunca bu zamanda ışınlanma mevzusunun devreye girmesi de gecikmiyor.

Memleketteki ilk stadyum konserlerinden, 26 Mayıs 1993’teki Guns N’ Roses İnönü Stadı konserine haftalar öncesinden hazırlanmamız. Saha içi girişine -evet itiraf ediyorum- futboldan gelme tribüncülük maharetlerini kullanıp ince bir kaynak yaparak girmemiz. Ön grup olarak Brian May Band’i seyretmemiz ki efsane Queen gitaristinin ekibinde davulda bir diğer efsane Cozy Powell ve bas gitarda bilhassa Whitesnake’ten tanıdığımız Neil Murray’ın yer alması. “Don’t Cry” solosunda hem çalıp hem de üzerindeki bol gömleği çıkartan Slash’in görüntüsü. Konser sonunda sahneden fırlatılan bagetlerden birini bir arkadaşımın yakalaması ve eve ulaştığımda uzun süre kulaklarımda asılı kalan o sihirli uğuldama. O etkinin geçmesini istemediğimden bu uğuldamanın beni bırakmaması hoşuma bile gitmişti. Bu ve bunun gibi birbiri ardına zihinde akan görüntülerle birlikte bir Guns N’ Roses konseri daha izleyebilme ihtimali elbette hoş duygular yaratıyor. En son 2012’de İstanbul’a uğrayan grup ile geçen onca senede dünyanın geçirdikleri, grup üyelerinin yaşadıkları, bizim içinde bulunduğumuz akıl dışı süreçler neticesinde bir kez daha buluşmak ister istemez bir duygusal tsunamiyi tetikliyor.

Geceyi 2010’lardan bu yana adından söz ettiren en sıkı blues rock/hard rock gruplarından Rival Sons açıyor. Vokalde Jay Buchanan, gitarda Scott Holiday, bas gitarda Dave Beste ve davulda Michael Miley’den kurulu grup büyük şarkılarına yer veriyor. “Open My Eyes” ile açılan perde sonrası kişisel favorim “Too Bad”, “Electric Man”, ve Pressure and Time” gibi hit şarkılar motoru ısıtıyor adeta. Sona doğru “Do Your Wost”de çalıyorlar ki kreması da o oluyor bu öncü performansın. Bir başlık atacak olursak, “beste yapıları ve müzikal anlayışlarıyla kendinden sürekli söz ettiren Rival Sons, İstanbul seyircisine sağlam bir performansla selam çakarken beklenen konserin açılışını da layığıyla yapıyor” diyorum.

Saat 21.00’i bulduğunda ışıkların kararması sahne arkasındaki led ekranda görüntünün değişmesi ile anlaşılıyor ki grup çıkıyor. Çığlık ve alkışların yarattığı gürültü artarken “Welcome to the Jungle”ın girişi ile kitleyi tutabilene aşkolsun. Tabii safların da iyice sıklaşmış olduğu düşünüldüğünde bu salınıma ayak uydurmayan yok gibi. Sağ ve sol taraftaki dikey led ekranlarda Slash, Axl Rose ve Duff McKagan’ın görünmesiyle hareketlilik zirve yapıyor ve evet, başladık bile.

Turnenin önceki ayaklarına göz attığımızda ve grubun son yıllardaki performanslarının bize verdiği bilgiye göre dolu dolu bir yolculuk ve uzun bir akşam bizleri bekliyor.

Tüm klasiklerin ardı sıra çalınacağı gecede mikrofon başında Axl Rose, gitarda Slash ve bas gitarda Duff McKagan’ın yanı sıra tuşlularda Dizzy Reed, gitarda Richard Fortus, yine tuşlular ve geri vokalde Melissa Reese ve davulda Isaac Carpenter’dan oluşan kadro vakit kaybetmeksizin sahneyi ısıtmaya başlıyor.

Gözler daha çok, ister istemez Slash ve Axl’ın üzerinde ancak Duff karizmasıyla ve üzerindeki minare şekilli fontlu İstanbul yazan atletiyle sağlam bir duruş sergiliyor.

Gördüğüm kadarıyla Axl son dönemde kendine iyi bakmış, ortalama bir form yakalamış. Bunu hem hareketliliğinden hem de vücut yapısından fark etmek mümkün. Şarkıcılık performansına gelecek olursak son yıllarda yapılan eleştirilerin aslında ne denli acımasızca olduğu görülüyor. Kaybettiği ses niteliklerinin gerçekliği masaya yatırılıp başarılı bir formül belirlenmiş ve böylesi uzun bir performansın altından kalkacak bir oyun planıyla turneye hazırlanmış diye düşünüyorum. Marş niteliğindeki şarkıların olmazsa olmaz, kendisiyle özdeşleşmiş imza tınılarının olduğu vurgu bölümlerini bir şekilde hallederken belli bölümlerde de mevcut kapasite doğrultusunda eli yüzü düzgün bir çizgide şarkı söylüyor. Tüm maçı aynı tempoda oynayamayacağını bilen tecrübeli bir futbolcunun doğru zamanda doğru yerde bulunmasının işi kotaracağının bilincine yakın bir oyun planı mevzubahis. Saha kenarından iyi yönetiliyor ve hocanın verdiği taktik disipline uyuyor olsa gerek. Bunca zamandan sonra geçmiş ile mukayese yapmayacağımıza göre, eh, şarkıların zorluk dereceleri de düşünüldüğünde sürdürülebilir mantıklı bir şekilde bitiş çizgisini geçecek bir tempoyla yarışı tamamlıyor. Güneş gözlüğünü çıkardığında kendini fark ettiren gözlerindeki geçmişten gelen o zıpırlık, sağa sola attığı keskin bakışlar ve seyirciyle kurduğu ilişki yerli yerinde. Tüm bunları yaparken de sahanın her yerine ayak basarak kondisyonunun da fena durumda olmadığını gösteriyor.

Slash üstat ayrı bir konu. Sahadaki varlığı rakiplere endişe veren, üç kişinin markajla görevlendirileceği oyun sihirbazı duruşuyla yönetiyor tüm geceyi. Ekranlardaki yakın çekimlerde burnundan süzülen ter damlalarını görmek mümkün. Ya o zihnimize kazınan gitar soloları. Estranged’ın o ince karakteristik gitarları yunus balığı seslerine uzanırken “çok özlemişiz lan” dememek ne mümkün. Parmakları tellerde gezinirken yeniden yirmili yaşlarımın başına dönüyorum. Eski bir klasik gitar ile Don’t Cry ve November Rain sololarını atmaya çalıştığım günler eşlik ediyor Slash üstadın sololarına. Video kasete kaydettiğim konser görüntülerinde görüntüyü duraklatıp parmak pozisyonlarına çalıştığım saatler Slash’i izlerken benimle birlikte. O da hayli hareketli, kimi zaman ortadaki platformun üstüne çıkıyor bir başka an davul setinin kurulu olduğu yükseltinin basamaklarında alıyor soluğu. Her defasında o bildik, karakteristik nağmeleri ustalıkla çıkartıyor aşağı yukarı kaydırdığı gitar tellerinden. Kendi imzası başka kimsenin veremeyeceği o tınılar bunlar. Üstadın kendisinden ilk elden gözlerimiz önünde yaşanıyor bu gitar ziyafeti.

Hey gidi Duff McKagan. Kendisini ayrı takdir ettiğim, solo kariyerine de bilhassa şapka çıkarttığı mühim müzisyen kişilik. Köşesinden öyle bakışlar atıyor ki etrafa tüm stadyumu kartal bakışlarıyla tarıyor adeta. Destek vokallerde her zaman görevinin başında olgunluk döneminin karizmasıyla olgunluk döneminin en güzel günlerini yaşıyor. Rock n’ roll ruhunun ateşlendiği anlarda Thin Lizzy coverı “Thunder & Lightning”i o söylüyor.

“Appetite for Destruction” albümünden “Out Ta Get Me”yi bu turnede ilk kez çalıyorlar örneğin. Bir Velvet Revolver şarkısı “Slither” geliyor mesela. “Double Talkin’ Jive”da Slash devleşiyor. Gitar solosu bir destana dönüşüyor, mikrofonda talkbox ile bütünleştiği anlarda Stevie Ray Vaughan’a saygılarını sunduğu blues ruhunu tüm statta estirdiği bölüm konserin bir başka unutulmaz anı oluyor.

Unutulmaz an demişken en önemlisinden de paragraf başı yapıp bahsetmeli. “Hard Skool” bittikten sonra ufaktan bir seslenişe başlıyor Axl. Bu kısa ama dev bir sesleniş oluyor ve Mattia Ahmet Minguzzi’yi anıyor. Tam o sırada “Knockin’ On Heaven’s Door” giriyor ve cennetin kapıları aralanıyor, arkadaki ekranda Mattia Ahmet’in yüzü beliriyor. On dört yaşındaki Mattia Ahmet’in Guns N’ Roses hayranı olduğunu ve en çok gitmek istediği konserin de bu olduğunu öğrenen grup böylece anıyor onu. Hayatta olsaydı şimdi buralarda bir yerlerde alkışlıyor, tempo tutuyor olacaktı.  Duygular tavan, gözlerde minik yaşlar, tüyler diken diken Ahmet’in gencecik ruhuna sevgiler iletiliyor.

Gitarist Richard Fortus birçok parçada öne çıkıyor. Slash’in varlığında ikinci planda kalmayacak bir yetenek. Tam bir rock n’ roll fedaisi tavrı hissediliyor. Özellikle “Rocket Queen” şarkısında öne çıkıyor büyük alkış alıyor. Bir başka usta, klavyenin başında Hammond dokunuşlarıyla bu geçmişe ışınlanmalı gecenin mimarlarından Dizzy Reed, gecenin bir diğer kahramanı. Grubun Axl Rose’dan sonra en uzun süreli üyesi ve tam bir rock n’ roll neferi. Onun varlığı ekip için büyük güven olsa gerek. Şarkıların en güçlü noktalarındaki onun dokunuşları performansın lezzet seviyesini arttırıyor. Klavyede ve destek vokalde bir başka göz dolduran isim de Melissa Reese. Mavi gri at kuyruğu toplanmış saçlarını savura savura şarkılara eşlik etmesi, büyük ekranlardan gördüğümüz kadarıyla performansa kattığı sempatiklik ve vokal katkısıyla kendini fark ettiriyor. Davulcu Isaac Carpenter ise tam bir kesintisiz güç kaynağı. Tekniği sağlam, henüz mart ayında gruba dahil olmasına karşın defansta hayli güven veren bir oyun sergiliyor. Daha önce Duff McKagan’ın Loaded grubundan ekip arkadaşı olduğu bilgisi de bir kenarda dursun.

Menü öyle zengin ki hit şarkılardan kafayı kaldıramıyor stadı dolduranlar. Yani kafayı çevirsen bir önemli pozisyonu kaçıracaksın hissiyatı yaygın. Öyle ki an geliyor “Sweet Child O’Mine” başlıyor. Herhalde cep telefonlarının en çok havada olduğu anlar bunlar. Dünyanın en meşhur rock gitar riffi stadın üstünde süzülüp, dönüp dururken içimden “işte bunlar insanlık için kültür mirası melodiler” diye geçiriyorum. Ardından çok kısa bir arkaya gidip geliyorlar ve o sırada sahne ortasına gelen büyük piyano tabii ki “November Rain”in habercisi. Sahne arkası ekranda sağanak şeklinde yağan yağmur ve her an artan yoğun hissiyat sanki bir konser belgeselinin içindeymişiz gibi hissettiriyor. Etrafıma dönüp her baktığımda tebessüm eden yüzler, tribünlerde ayakta tepinip, kafa sallayanlar, telefon fenerlerini sağa sola sallayanlar var. Güzel şey be böyle anlar yaşamak, bu deli saçması gündemde bir nefes almayı hak etmiş olsak gerek.

Pek tabii, “You Could Be Mine”da var menüde “Civil War”da var, “Live and Let Die”da. “Patience”ın ıslıklı girişinden sonra loşlaşan sahnede gitaristler davul setinin önündeki basamaklara oturup akustik gitar pozisyonu alıyorlar. “Don’t Cry”da ağlamamak lazım lakin gözüne toz kaçanların sayısı da az değil. “Nightrain” en sevdiklerimden ve performansın sonuna doğru tempoyu diri tutmak için nefis bir seçim oluyor. Finali yapmak da “Paradise City”ye düşüyor. Axl şarkının giriş kısmı sonrası bir kere üflediği düdüğü seyirciye fırlatıyor. Acaba o düdük şu an kimde? Konserin finalini böyle yüksek tempolu bir şarkıyla getirmek saatlerdir ayakta duran izleyiciyi kalan mazotuyla son bir kez daha atağa geçiriyor. Dans ederek, çığlık atarak, kafa sallayarak tamamlanıyor bu görkemli performans. Sıklıkla geçmişe ışınlandığımız böylesine bir rock n’ roll akşamına da kuşkusuz böyle bir final yakışırdı. Ekip selam veriyor, elinden geldiğince izleyiciyle bütünleşiyor.

Dile kolay, tam üç saat sahnede kalıyor ve hiçbir anı boş geçirmiyorlar. Neresinden bakarsanız bakın şapka çıkartılacak bir performans. Evin yolunu arşınlarken şarkıdan şarkıya atlıyor zihnimizdeki çalma listesi. Geçen arabalarda son ses Guns N’ Roses şarkıları. En çok da “Sweet Child o’ Mine” çalıyor. Bir rock n’ rol şampiyonluğu kutlanıyor besbelli.

Hani şarkıda diyor ya, “Belki şehre bir film gelir/Bir güzel orman olur yazılarda/İklim değişir, Akdeniz olur/Gülümse”, evet hissedilen bu sanırım. Bir süre de olsa iklim değişiyor, gülümsüyoruz.

Tam da böyle, şehre Guns N’ Roses gelir ve iklim değişir Rock N’ Roll olur.

Dayatılan her şeye rağmen gülümsediğimiz anların artması temennisiyle.

ROTKA TV YAYINLARINI YOUTUBE ÜZERİNDEN İZLEYEBİLİRSİNİZ

Makale Etiketleri:
· · · ·
Makale Kategorileri:
MANŞET · MÜZİK